Geçenlerde bir alışveriş merkezine birkaç kitap almak için gitmiştim. Kitapçıya doğru yönelirken ''İnsanlar ve Hikayeleri'' temalı bir fotoğraf sergisi gözüme ilişti, hemen ayaklarım rotasını değiştirdi ve kendimi serginin içinde buluverdim.Sergide onlarca farklı meslek gruplarında hayatlarını devam ettiren insanların küçük hikayeleri ve kayda değer sözleri yazıyordu.Tabiki kişilerin fotoğrafları da yazının hemen üstünde kendilerine yer buluyordu.Bu fotoğraflardaki insanların ortak özellikleri hayatlarını tek bir vatanda değil iki vatan da yaşamalarıydı: Türkiye ve Almanya. Fotoğraf sergisinin amacını şöyle bir araştırdığımda Türkiye ile Almanya arasında 30 Ekim 1961 tarihinde imzalanan Türkiye-Almanya İşgücü Anlaşmasının temellerine ulaştım. Bu sergi Türkiye'den Almanya'ya göçün 50.yılı anısına gerçekleştirildiğini keşfettim.
***
Serginin konsepti iki ülkedeki 50 farklı yerden 50 yüzü yol hikayeleriyle resmektekti.Sergide fotoğrafların yarısı Alman Fotoğrafçı Andrea Künzig tarafından Türkiye'de, diğer yarısı ise Türk Fotoğrafçı Levent Özçelik tarafından Almanya'da çekildiğini öğrendim.Kendi vatanımızı bir Alman objektifinden, Almanya'yı ise kendi objektifimizden seyretmekti bu.
***
Bende dikkatimi çeken bir kaç hayatı fotoğrafladım hemen orada. Biri o kadar kafamdaki düşünceyle örtüşüyordu ki paylaşmak istedim anında. Zaten ilk olarak o kişinin düşüncelerini fotoğraflamıştım.
Özge-Ava Çelik; Almanya'da doğup çocukluğunu orada yaşadıktan sonra İstanbul'da oyunculuk yapan bu genç bayanın hayatından çok hayata bakış açısı, düşüncelerime tercüme olurcasınaydı.Aynen aktarıyorum.Şöyle demişti:
''Gittikçe artan hareket özgürlüğünden ötürü, gelecekte insanların kendilerine tek bir vatan seçmelerinin zorlaşacağına inanıyorum'.'
Dünya, öyle karmaşık bir yumak ki, ipleri dolaşmış, ideolojileri,insanı çürüten sistemleri,politikaları,menfaatleri topyekün hepsi birbirine karışmış farklı renklerde dolu bir yumak.Ve karmaşıklık içinde yaşamak büyük bir savaş.Bu savaşa karşı sürekli yürüme , sürekli belli sınırları aşıp gittikçe dünyayı kucaklama ve ilerleme gayesi.Bu özgürlüğün kıvılcımı ve herşeyin aslında başlangıcı.
Alexander Supertramp.. Siz onu Sean Penn'in İnto The Wild filminden tanıyor olabilirsiniz, belki de sadece bir film karakteridir sizin için belki de tanımıyorsunuz.Nam-ı diğer Alx. Supertramp.. Gerçek adı Christopher J.Mccandless..
Yıl 1990. Neler oldu ki? Üniversiteden mezun oldu.Bankadaki yüklü miktardaki parasını hayır kurumuna bağışladı.Ailesinden bihaber bir hayata yelken açtı.Ve bunları yaparken henüz 20 yaşındaydı.
Peki neden yaptı bunu? Bunu sorgulamak kaçınılmaz bir mecburiyet.Bu tercih bu hayat seçimi neden?
Sürekli ailesinin ve insanların beklentilerini karşılama dayatmaları...
Para ile elde edinilen maddi manevi mutluluk aldatmacaları..
Ve buna inanan dünya ve böyle karanlık bir arı kovanında vızırdayan insanoğulları..milyonlarca..milyarlarca...
Hayat, gerçekten yaşıyorum diyebilenler için geçerlidir...Hiçbir statüye ait olmadan ' ben ' in farkındalığında olanlar içindir.
Kotası dolacak diye ertelediğiniz düşünceler, flulaşmış hayaller, koşmaktan çekindikleriniz, ve daha neler neler...kendinize sorun, daha ne sular akacak köprülerinizden, hangi dalgalarda boğulduğunuzu hissedeceksiniz siz düşünün.
Evet Alexander Supertramp, hayali yaşıyorum diyebilmeyi Alaskada bulmak istedi, ne yollar tüketti, aslında yollar geçtikçe uzaklaştığı ilerlediği mil kadar yaşadı,ne kadar çok gitti o kadar yaşadı, anlattı, gördü,düşündü,sordu,cevapladı.Kendi 'ben' liği ile farkında oldu ve yaşadı.Yediği zehirli bitki tohumu ile zehirlenerek kaldığı virane otobüs kenarında öldü.Ya geride bıraktıkları? Geride sorgulayıcı bir yaşam tarzı.. bir 'ben yaşıyorum,yaşamk istiyorum' yolu bıraktı.Buydu tek mirası.O miras doğadaydı.Yaşamın özüydü.
Yaşam alanına kazıdıkları,günlüklerindeki karalamalar herşeyin özetiydi ve ona adanan filminden bir kesit söz ve parçayla huzurlarınızdan ayrılıyorum:
'' Denizin tek hüneri şiddetli darbelerdir ve ara sırada olsa, kendini daha güçlü hissetme şansı.Doğrusu, deniz hakkında fazla şey bilmem fakat burada durumun böyle olduğunu biliyorum.Ve yine, hayatta güçlü olmanın çok gerekli değil fakat kendini güçlü hissetmenin önemli olduğunu en azından bir kere bile olsa kendini tartmanın , bir kere bile olsa kendini, insanın en antik koşullarının içerisinde bulmanın,ellerinizden ve kafanızdan başka size yardım edecek bir şey olmadan kör ve sağır taşla tek başına yüzleşmenin gerektiğini biliyorum.Eğer yaşama sevincinin esasen insan ilişkilerinden kaynaklandığını düşünüyorsan yanılıyorsun.Bu tüm çevremize yayıldı.O herşey de mevcut.tecrübe edeceğimiz herşeyin içinde var.İnsanlar sadece bu şeylere bakış açılarını değiştirmeliler. ''
İlkellik, gerçek yaşamın ta kendisiydi aslında.Farkında olunmayan teknolojik hücreler girdikçe kanımıza uzaklaştık her gün yaşamaktan.Savaşmayı unuttum ekmek için su için.Yaşama manamızı denizin diplerine gömdük yediğimiz havan topu sanal yaşamdışılıklarla.Yaşamak yaşıyorum demek, hepsini yüzyıllar öncelerde kaldı.Şimdi tüm umutlarımız bir ekran camında, tüm aşklar sanal yazı tiplerinin boyutunda ve kısaltmalarında gizli. Ve şu yaşadıgınızı sandıgınız evrende kendimizden vazgeçerek yaptık en büyük kaybı.Yaşamaktan vazgeçtik, bizi bağlayan herşeyde attı kalbimiz, orada aldık nefesleri. Kendimizden uzaklaştık, varlıgımızdan uzaklastık ve yaşamaktan vazgeçtik. Oysa insandık biz, yaşamak için nefes almak için , hayatta kalmak için savaşımızı unuttuk, duygularımızı körelttik, üstün insan oyunlarıyla uyutulduk ve yavaş yavaş donarak öldürüldük bu dünya meteorolojik vakasyonlarında.Teknolojik tsunamiler, yediğimiz poyrazlar esen yeller yıktı geçti benliğimizi, topraklarımızı bertaraf ettirdik ve orada bittik.
(Bu, 21.yy ın insanının, insanlığını hatırlama yolunda hayatta kalan bir beyin hücresinin gece notudur,saygılar.)
Yolcu 1- Arkanda kalan nedir? neler bıraktın geride?
Yolcu 2 - Tek sebebi var yola çıkmamın ve belki senin de sebebin bu olur.Yaptığım onca yolculuk sırasında, geçtiğim yerlerde arkamda bıraktıklarım kimlerdi biliyor musun? Senin sandığının aksine bir daha hiç görmeyeceklerim değildi terk ettiklerim.Onları hep kendimle birlikte taşıdım.Asıl terk edilenler,zihnimde hiç uyanmayanlardı.Onlar unutulmuşların uykusunun kıvrımlarında gezinip dururken aslında beni terk etmiş,alıp başlarını gitmişlerdi.
Yolcu 1 - Peki ya kavuşmalar ? Her terk edişin açtığı kapıdan çıktığın yolculuklarda hangi kavuşmaları yaşarsın?
Yolcu 2 -Yeni gittiğim her yerde, yepyeni kavuşmaları yaşayan ben miyim pek emin değilim.Çünkü ben daima yalnız ve yabancı kaldım,böyle istedim.Yalnızların kavuşması sadece kendi yalnızlıklarıyla olur başka bir şeyle değil.O yüzden, benim yaptığım yolculuklarda herhangi bir kavuşmanın alameti yoktur.Ya senin yolculuklarında? ... Hiç tanımadığın bir hayatın orta yerinde kendini yapayalnız bulduğun gün,alıp başını yabancı bir aleme gitmekten başka bir çaren kalmaz.Hiç hissettin mi bu duyguyu? Çaresizlikten boğulmuşken ansızın parlayan bir ışığın az sonra çıkacağın yolu aydınlattığı oldu mu hiç?
Yolcu 1 - Evet, iyi bilirim o ışığı...
Aslında paylaşılamayansa yabancılığımızdı, belki de en çok yakışan buydu ikimize.
Ve akıp giden zamanda içimdeki ses söyleyecekti:
Geride bıraktığım her şey,üstünde dolaştığım bu yalnız gezegen güneşin etrafında bir kere bile dönmeden silinip gidecek.Yabancılığım da buna dahil,biliyorum. (Özcan abime saygılar,iyi yalnızlıklar)
Bir adam varmış, varoluşlar biriktirirmiş gece yıldızlara bakarken ve uykuya dalmadan önce tutunurmuş kuyruğundan, gökyüzünde mavi kayak yaparmış ve her düşüşte uyanırmış rüyasından.Dilindeki müzik parçacıkları,kulağında ritm havası yürürmüş..Yürüdükçe yürüme isteği artarmış,arttıkça da uzaklaşma isteği takılırmış gölgesine.Kalbi ayaklarında atarmış, tüm heyecanını ayakları ele verirmiş hızlı hızlı adımlar, bazen yorulan kalbi yavaşlar, tepedeki çimenliklerde mola verirmiş,Yolda olmak düşünmekmiş onun için,yolda olmak farketmekmiş ve yolda olmak yaşamakmış onun için.
Şehir ışıkları altında duran saatler onun en büyük hastalığıymış, nefesi kesilirmiş ayaklarının.Her adımda oksijen alır, uzaklaştıkça huzuru yakalarmış.. Durdukça hiçmiş uzaklaştıkça her şey, anlamlanmakmış ve varolmakmış.Gökyüzünde karşılaştığımız bir gece keşfetmiştim yaşamın sırrını..onu adı yoloskoptu.
Fotoğraf çekmek, insanın aklını,gözünü ve yüreğini tek bir hizaya getirmesidir.Bu, bir yaşam tarzıdır..O objektifin içine hapsettiklerimiz aslında evrene sunduklarımızdır...ve aslında gördüklerimiz ve hapsettiklerimiz, kim olduğumuzdur..
***
Derdimizdi hayattan bir parça koparmak ve onu tüm aleme sunmak..Kendimizi ifade ediş biçimidir bazen bir fotoğraf.. çektiklerimiz, bizim aynamızdır...
***
( Bu fotoğraflar, Reha Erdem üstadın 'Beş Vakit' filmini çektiği Çanakkale'nin Kozlu köyünde çekilmiştir...)
Do,re,mi,fa,sol,la,si,do... Kapıyı tekrar çalanlara kapıyı açmadığımızı sayarsak (onlar artık misafirlikten çıkmıştır) yedi nota.. Müziği sevenler,gönül verenler,kulağından düşürmeyenler,sürekli ritm tutan canavarlar,bestekar abiler, enstrümanlara abananlar bıla bıla...daha çok sular akar bu nehirden..nehir de değil aslında okyanustan..Müzik bu öyle böyle bi oknayus değil.. On bine yakın parçadan oluşan müzik arşivine sahibim, hala paçalarım sıvalı suyun üzerinde ilerliyorum ama içine giremedim hala bu denizin..
7 notayla can bulan ruhlar ve peşinden sürüklenen nesiller.. Kimler yüzmedi ki bu okyanuslarda ? John Lennon'lar,Bob Dylan'lar,Eric Clapton'lar,Bob Marley'ler,James Brown'lar,Bruce Springsteen'ler,Michael Jackson'dan Neil Young'a,Coldplay'den Radiohead'e, Three Doors Down'dan HIM'e..Eddie Vedder'lar,Zeki Müren'ler, Aşık Veyseller, Neşet Ertaş'lar,Barış Manço'dan Cem Karaca'ya,Fikret Kızılok'tan Müzeyyen Senar'lara,MFÖ'ler,Bulutsuzluk Özlemlerinden Düş Sokağı sakinlerine.. Bülent Ortaçgil'den Sezen Aksu'ya..Orhan Baba'dan Müslüm Baba'ya..Mor ve Ötesi'nden Yeni Türkü'lere,Teoman'dan Şebnem Ferah'a,Yavuz Çetin abimizden, Ceza ve Haykonun peşinden yardıran taramalı tüfeklere kadar..
(Adını ismini sayamadıklarım affola...Bu sonbahar mevsimine girerken göçe kalkışanlar bunlar..)
Popülerlerinden yerellerine de saygılar... Zardanadam'dan Kesmeşeker'e, Redd'den Multitap'a, Batı Yakası'ndan Tympony'e, Pentegram'dan Atmosfer'e..
Sürüp giden, sürüklenip gidenlere kadar...
Hepsi notalarla emzirildiler, müziklerle büyüdü..Beslendiler,esinlendiler,yaşadılar,yaşattılar,söylediler,söylettiler,raflarda hatırlandılar,rakı masalarından diskolara,barlardan cafeteryalara,dönerci salonlarından sokaktaki kokereççilere kadar.. kulaklarda,yüreklerde can buldular...
Evet biz sayın dinleyiciler ! Blogum fm'deki bu yayınımızda muhabbetimizin başlığı şudur ki: ''Bir şarkıdan öte bir yaşamdan ziyade..'' Şimdi sizlere öyle şarkılardan söz edeceğim ki belki sadece dinlediniz, belki uzun yolculuklarınızda uyuyakaldığınız parçalar, belki de hiç bilmediniz..Siz Atlantik'teydiniz onlar Pasifik'te...
John Lennon - İmagine... John Winston Ono Lennon..The Beatles'in kalbi, İngiliz şarkıcı...Bu şarkıyı dünya barışı için yazdı... ''No hell below us, Above us only sky'' derken kendi bir ütopyanın fermanını yazdı..Hayal etmemizi istedi..Orada ülke yok ! Din yok ! Mülk yok ! Uğruna ölecek ya da öldürülecek hiçbir şey yok ! dedi.. Orada sadece barış için yaşayan insanlar var dedi.. Ne de güzel dedi..
Eric Clapton- Tears In Heaven... Kanada asıllı İngiliz Blues bestecisi, bu şarkıyı 1991'de bir apartmanın 53.katından düşerek ölen 4 yaşındaki oğlu Conor'a yazmıştı...''If I saw you in heaven'' demişti..Bu şarkı onların arasına uzanmış bir köprü ve eminim onlar yıllardır görüşüyorlar...
Barış Manço - Gül Pembe...7'den 77'ye gönüllere taht kurmuş güzel insan..Bu şarkıyı 1957 'de ölen babaannesi Nimet Manço'ya yazmıştır...''Bizim iller sessiz bizim iller sensiz olamadı GülPembe'' derken ne kadar da hasretin alfabesini yazmıştı üstad... Bizim iller de sensiz, bu dünya sensiz olamaz üstad.. Nur içinde yat..Düş Sokağı Sakinleri'nin sana yazdığı şarkıyla uğurluyorum şimdilik bu sayfadan : ''Ölümler Çıplak Gelir..''
Edip Akbayram - Aldırma Gönül ... Güzel abimizin bu şarkısının mazisi oldukça derin.. Konya'da bir arkadaş toplantısında Atatürk'ü yeren şiir okuduğu iddiasıyla tutuklanan ve 1932 de Sinop cezaevinde yatan şair Sabahattin Ali'nin cezaevindeyken yazdığı şiirin ta kendisiyle bu eser...Atatürk düşmanı diye lekelemeye çalışılan Sabahattin Ali'nin Ata'ya bağlılığını şu dizelerle döküyorum denize : ''... Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran ; Seni çıkarsam, ömrüm başlamadan bitiyor.Hem bunları ne çıkar anlatsam bir dizeye? Hisler kambur oluyor dökülünce yazıya.. Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi'ye; Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor...'' ( Varlık 15 Ocak 1934)
Teoman.. İki Çocuk şarkısını.. 12 Eylül Darbesi öncesinde bir askeri inzibat erini (Zekeriya Önge) öldürdüğü gerekçesiyle hüküm giyen ve asılarak idam edilen Erdal Eren'e yazmıştır.. ''Hep çocuk kalacaklar büyümeden birer tabutta ama yaşıyorlar, gülüyorlar annelerinin rüyalarında..'' Şimdi anneleriyle yan yana yatıyorlar belki de koyun koyuna...
Pentegram... f.t.w.d.a .. açılımıyla : ''For Those Who Died Alone'' ... Bu soundtrack eser tüm yasıyla,kasvetiyle,kaosuyla,ölümüyle, ağıtıyla, dirilişiyle karşımızda.. 1999 depreminde hayatını kaybedenlere yazıldı...
Evet sevgili dinleyiciler.. Söylenecek çok şey var aslında daha .. ancak bazen söze değil notalara gelmeli... O notalarla doğanlar ve ölenler... Her şey göründüğü gibi değil... Bir şarkıdan öte bir yaşamdan ziyade...