Bir yolcuyla tanışmıştım bir gece, ansızın denizin kenarında bıçak gibi keskinleşen dalgaların ortasında dikiliyordu.Sert bir kayanın üzerindeydi.Yıldızların yansımasını seyrediyordu, her bir yansımada gözlerinin bıraktığı damlalar vardı.Yorgunluğun mevsimiydi..Hafif rüzgar yer yer ritmini yükseltiyordu.Etraf tehnaydı.Bu atmosfer bir kaosun tablosunu çiziyordu sanki.
Karşılaşmak için tablonun tüm detaylarının bitmesini bekliyorduk..Yüksek kontrastlığın kendini ele vermeye başlamasıyla bir cesaret sarmıştı beni..Yanına doğru yaklaştım usulca. Geldiğimi farkettiğini hissediyordum ama tek bir hareket yoktu bedeninden, gözlerindeki dalgalanmalara bile yakalanmamıştım.
Ayağımın altındaki çakılların çıtırtıları eşliğinde küçük adımlarla yanaştım yanına ve gözlerini diktiği yere baktım bir süre..Sonra kulağına eğildim ve dedim ki :
- Ben geldiğim yol muyum vardığım yer mi ?
Hafif bana doğru döndü, kafası önüme doğru bakıyordu.Yüzündeki çizgilerin alfabesini çözmem uzun sürmedi.Anlamıştım.Bana kimseye söyleyemediği bir sır bırakmıştı.
Ben yolcumun sırlarını toplayandım.Biriktirdiği onca sırrın altında kalacağı sırada imdadına yetişendim ve yetişmiştim,emanetimi aldım.Ama bilmezdi ki aldığım bu sır onun, bir yolcunun ölümüydü.Çünkü bana bırakacak sırrı kalmayan yolcu, yolcu değildi artık.
28.08.2012
Yaşam, cambazlar ülkesiymiş...Adaletsiz bir ipin despot rüzgarla sevişmesiymiş...* Haşim Arıkan *
28 Ağustos 2012
24 Ağustos 2012
CAHİLLİKLER KİTABI
İrlandalı yazar George Bernard Shaw der ki : Hareket halindeki cehaletten daha korkunç hiçbir güç yoktur. Adam haklı beyler.O zaman bu gaza basma,atıp tutma, yelden esen rüzgar sözleri kulaktan kulağa pompalamaya bir son, sert bir fren şart.İşte tam bu sırada karşımıza bilmediklerimiz, bildiğimizi sandığımız ama bilmediğimiz, biliyor gibi geçinip kendimizi kandırıp milleti de kandırdığımız entellektüel çemberdeki her türlü bilgiye doğru yolu yordamı nedir abi diye sorduğumuzda..sokağın başından çıkar gelir ansızın John Llyod- John Mitchinson ortak yapım eseri : Cahillikler Kitabı.
Şimdi size bilmediğiniz,biliyor gibi geçindiğiniz, biliyor gibi yapıp milletti zaman tünelinde keklediğiniz,hem kendinizi hem de karşınızdakini kandırma kazanında fokur fokur kaynattığınız bilgilere geçeyim.
1-Dünyanın en kurak yeri neresidir ? ANTARKTİKA. Kıtanın bazı kesimleri 2 milyon yıldır yağmur yüzü görmedi.Bir çöl teknik olarak yılda 254 mm'den az yağış alan yer olarak tanımlanır.Sahra Çölü yılda sadece 25 mm yağış alır.Antarktika'ya düşen yıllık ortalama yağış da hemen hemen aynıdır ama kıtanın Dry Walleys (Kurak Vadiler) olarak bilinen %2 lik kısmında buz ve kar yoktur ve buraya hiç yağmur yağmaz.
2-En yüksek dağ nerededir? MARSTA.Dev volkan Olympus Dağı güneş sistemindeki ve bilinen evrendeki en yüksek dağdır. 22 km yüksekliğinde ve 624 km genişliğindeki bu dağ Everest Dağı'nın yaklaşık üç katı uzunluğundadır ve o kadar geniştir ki, tabanı Arizona'yı ya da Britanya adalarının bulunduğu alanın tamamını kaplayabilir.Dağın tepesindeki kraterin genişliği yaklaşık 72 km'yken, derinliği 3 km'den fazladır: Bu da demektir ki Londra'yı rahatlıkla kapsayacak kadar büyük.
3- Şu ana kadar yaşamış en tehlikeli hayvan nedir? DİŞİ SİVRİSİNEKLER. Şu ana kadar ölmüş olan insanların yarısını (yaklaşık 45 milyar kadar) dişi sivrisinek öldürmüştür (erkek sivrisinekler sadece bitkileri ısırır.) Sivrisinekler potansiyel olarak ölümcül olan yüzden fazla hastalık taşır;bunlar arasında sıtma,sarı humma,dang humması,ansefalit(beyin iltihabı) ve fil hastalığı var.Günümüzde bile her 12 saniyede bir kişiyi öldürmektedirler.
4-İnsanoğlunun inşa ettiği hangi yapı aydan görülebilir ? ÇİN SEDDİ DEDİYSENİZ 10 PUAN KAYBETTİNİZ.İnsan eliyle yapılmış hiçbir şey aydan çıplak gözle görülemez.Çin Seddi'nin ''insanoğlunun inşa ettiği ve aydan görülebilen tek yapı'' olduğu düşüncesi çok yaygındır, ama ''ay''la uzayı birbirine karıştırmaktadır.''Uzay'' oldukça yakındır.Yerin yüzeyinden 100 km uzaklaşıldığında uzay başlar.Bu noktadan bir çok yapı görülebilir: Otobanlar,denizdeki gemiler,demiryolları,şehirler,tarlalar... Bununla birlikte, dünyanın yörüngesini terk edip yalnızca birkaç bin km yüksekliğe çıkılınca insanoğlunun yağtığı hiçbir şey görülemez.Dünyaya uzaklığı 400.000 km'den fazla olan aydan, kıtalar bile güçlükle görülür.Uzayın başladığı noktayla ay arasında, ''sadece'' Çin Seddi'nin göründüğü hiçbir yer yoktur.
5-Telefonu kim icat etti? ANTONIO MEUCCI. Floransalı mucit Meucci ABD'ye 1850'de gitti.1860 'ta 'teletrofono' adını verdiği bir elektrikli aygıtın çalışma modelini gözler önüne serdi.Meucci, Alexander Graham Bell'in telefon patentinden 5 yıl önce, 1871'de bir tür geçici patent (caveat*) başvurusunda bulundu.Meucci aynı yıl, Staten Island feribotunun kazanının patlaması sonu ciddi bir şekilde yanarak hastalandı.Çok iyi İngilizce bilmeyen ve işsiz olan Meucci 1874'te başvurusunu yenilemek için gerekli 10 doları gönderemedi.Bell'in patenti 1876'da tescillendiğinde Meucci dava açtı.Meucci orijinal krokilerini ve çalışma modellerini Western Union'ın laboratuvarına yollamıştı.Olağanüstü bir tesadüf eseri Bell tam da bu laboratuvarda çalıştı ve modeller esrarengiz bir biçimde kayboldu.Meucci, Bell'e açtığı dava devam ederken 1889'da öldü.Bunun sonucu icadın sahibi Meucci değil Bell oldu.
6-Şampanyayı kim icat etti? FRANSIZLAR DEĞİL. Fransızlar şaşıracak hatta rencide olacaklar ama şampanya bir İngiliz icadıdır.Zencefilli biraya aşina olan herkesin bileceği gibi mayalanma doğal olarak köpük yaratır.Asıl sorun daima bu köpüğü kontrol altına almak olmuştur.İngilizler 16.yyda Champagne'dan fıçılarca ham ve asitsiz şarap ithal edip, bu şarapların mayalanmaya başlaması için şeker ve melas ilave ederek köpüklü şarap yaptılar.Bu şarabı muhafaza etmek için kömür ateşinde yaptıkları sağlam cam şişeler ve mantar geliştirdiler.Kraliyet Akademisi'nin kayıtlarının gösterdiği gibi, şu anda methode champenoise (Şampanya Metodu) olarak bilinen yöntem ilk olarak 1662'de İngiltere'de kayda geçirildi.Fransızlar buna ustalık ve pazarlama yeteneği kattılar ama modern sek (brut) usulü kusursuz hale getirmeleri 1876'ya kadar gerçekleşmeyecekti (ve o zaman dahi, bunu İngiltere'ye ihracat yapmak için gerçekleştirmişlerdi.) İngiltere Fransa'nın en büyük şampanya müşterisidir.2004'te İngiltere'de 34 milyon şişe şampanya tüketildi.
7-Yeryüzünde insan eliyle yapılmış en büyük yapı nedir? Yanlış cevaplar arasında Büyük Piramit,Çin Seddi ve kendini akıllı zannedenler için Kuveyt'teki Mübarek El-Kebir Kulesi sayılabilir.Doğru yanıt New York'un Staten Island ilçesinde bulunan Fresh Kills adlı bir çöplüktü.1948'de açılan Fresh Kills çöp depolama alanı çok geçmeden insanlık tarihindeki en büyük projelerden biri haline geldi ve sonunda hacim olarak Çin Seddi'ni geride bırakarak dünyada insan eliyle yapılmış en büyük yapı oldu.Bu alanın yüzölçümü 12 km2dir. Kullanımdayken buraya her gün herbiri 650 ton çöp taşıyan 20 mavna geliyordu.Eğer Fresh Kills planlandığı gibi açık kalmaya devam etseydi; ABD'nin doğu kıyısındaki en büyük çıkıntı olacaktı.Çöplüğün en yüksek noktası Özgürlük Heykeli'nden 25 m daha yüksekti.
8-Maraton neden 42 kilometre 195 metredir? İngiliz Kraliyet Ailesinin rahatı için. İlk üç modern Olimpiyatta maraton 42 km olarak koşuldu.1908'de Londra'da düzenlenen Olimpiyat Oyunlarında ise maratonun başlama noktası, Kraliyet Ailesinin yarısının izlemesine uygun olan, Windsor Şatosu'nun penceresinden görünen bir nokta olarak alındı, bitiş noktasıysa kraliyet ailesinin diğer yarısının beklediği Beyaz Şehir Stadyumu'ndaki kraliyet protokolünün önü olarak belirlendi. Bu mesafe 42 km 195 metreydi ve o günden beri maratonun standart uzunluğudur.
Devamı; kitabı okuduğunuzdan sonra.. Şimdilik adios !
15 Ağustos 2012
MÜŞFİK KENTER ANISINA...
Hep bir yerlerde, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?
Hiç vaktiniz yok, ''Fast Live'', ''Fast food'', ''Fast music'', ''Fast love''...
Dikte ettiren ''yükselen değerler'', ''in''ler, ''out''lar...
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi.
Dostluğu klavyelerinde,yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum !
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?
İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?
Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler,neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tormucuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?
Koklamak,duymak,dokunmak yok mu yaşam skalanızda?
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?
Müşfik KENTER
Böyle demişti üstad, Piano Piano Bacaksız'a sesiyle can veren, daha da geçmişe gidersek çocukluğumuzun ilk dönemlerinde tanıştığımız çizgi film karakteri ALF'e hayat veren üstad..Sayısız tiyatro oyunu ve sinema filmleriyle sanatı bir bedende yaşatan usta oyuncu bugün itibariyle hayata gözlerini yumdu ancak sanatı her sabah bir caddede,bir tiyatro salonunda,televizyondaki bir sinema filminde,izlemediğiniz o filmin sesinde doğacak ve ilelebet yaşayacak...
Yazıma Orhan Veli'nin 'Anlatamıyorum' şiirini sesiyle şahlandıran ustaya seslenerek veriyorum ve diyorum ki sen her şeyi layıkıyla anlattın usta ! Atamızında dediği gibi 'Sanatkar el öpmez;sanatkarın eli öpülür'..Ellerinden öperim usta.Nur içinde yat ! Mekanın cennet olsun...
15.08.2012
10 Ağustos 2012
YALNIZLIK MADALYONU
Yalnızlık..yalnız..yalın..y..... Üşüyen bir gecedir kimi zaman, tek başınalıktır odada bazen...Susmak için sebeptir.Tüm pastel renklerin kontrastlıkla giriştiği bilek güreşini kaybetmesidir..Çoğu şeyi kaybetmektir..Ailenizi kaybetmektir,sabahladığınız dostların muhabbetlerini kaybetmesidir;damağınızdaki en lezzetli yemeğin tadını kaybetmesidir..Üzerinizdeki en güzel kıyafetin yakışıklığını kaybetmesidir..Doğan güneşin önemini kaybetmesidir,sabah yataktan kalkınca yere basan ayaklarınızın yürüme şevkini kaybetmesidir.Yalnızlık..herkesin şikayetidir çoğu zaman, küfür etmek için bahanedir..İçmek için sebeptir..Aslında çoğu sebebin mezarında yatar yalnızlık..biriciliktir..-miş li geçmiş zaman kipidir, eminseniz şayet -di li geçmiş zamandır kimi zaman.Ruhunuzun dokuz altı yollarını aşındırmasıdır,rutin hayat taşıdır.Deniz manzaralı bir panaromanın ortasındaki banktır.İçtiğiniz masanın karşısındaki sandalyenin boşluğudur yalnızlık.Kolunuzdaki saatte bakmamaktır.Randevu kelimesinin lugatınızda karşılığını bulamamasıdır.Aşksızlıktır,yorgunluktur,uykusuzluktur.Düzensizliktir,boşverenziliktir.Böyledir işte.Yalnızlık yalnızlıktır işte.
...
Şimdi bu söylediklerimi unutun !
Yalnızlık, madalyonun iki yüzlülüğüne karşı kalkandır,paranın dik gelmesidir.Yalnızlık adamı demir yapan nedendir.Yalnızlık gerçekliktir,ihtiyaçtır.Yalnızlık kendinizi bulmanızdır.Yalnızlık, hayatınızı anlamlandırma evresidir.Sanat egonuzun okşanmasıdır.Şiir yazmanın ihtişamını yaşamaktır.Derdinizi anlatmak için çektiğiniz filmlerin jeneriğidir.En güzel kadrajı yakalamak için sokaklarda, dağlarda,tepeliklerde, gün batımlarında,güneş doğuşlarında elinizdeki fotoğraf makinasıyla beklemektir.Yalnızlık, aşkın saflığını korumaktır,yalanlardan dolanlardan uzak kalmaktır.Yalnız adam en baba adamdır.Ota boka saran zevzeklerin aksine en sağlam dostlara sahip adamdır.Üç beş adam gibi adamla yetinebilendir.Fazlalığa karşı olmaktır,nankörlüğün düşmanıdır.En güzel duyguları sakladığınız kumbaradır yalnızlık..Yalnızlık böyledir işte.
Şimdi karşınıza alın kendinizi ve sorun : madalyonun hangi yüzüsünüz ?
(Yazımın akabinde Bülent Baba'nın 'Bozburun' şarkısı iyi gider düşüncesindeyim... )
...
Şimdi bu söylediklerimi unutun !
Yalnızlık, madalyonun iki yüzlülüğüne karşı kalkandır,paranın dik gelmesidir.Yalnızlık adamı demir yapan nedendir.Yalnızlık gerçekliktir,ihtiyaçtır.Yalnızlık kendinizi bulmanızdır.Yalnızlık, hayatınızı anlamlandırma evresidir.Sanat egonuzun okşanmasıdır.Şiir yazmanın ihtişamını yaşamaktır.Derdinizi anlatmak için çektiğiniz filmlerin jeneriğidir.En güzel kadrajı yakalamak için sokaklarda, dağlarda,tepeliklerde, gün batımlarında,güneş doğuşlarında elinizdeki fotoğraf makinasıyla beklemektir.Yalnızlık, aşkın saflığını korumaktır,yalanlardan dolanlardan uzak kalmaktır.Yalnız adam en baba adamdır.Ota boka saran zevzeklerin aksine en sağlam dostlara sahip adamdır.Üç beş adam gibi adamla yetinebilendir.Fazlalığa karşı olmaktır,nankörlüğün düşmanıdır.En güzel duyguları sakladığınız kumbaradır yalnızlık..Yalnızlık böyledir işte.
Şimdi karşınıza alın kendinizi ve sorun : madalyonun hangi yüzüsünüz ?
(Yazımın akabinde Bülent Baba'nın 'Bozburun' şarkısı iyi gider düşüncesindeyim... )
8 Ağustos 2012
BİLGİ BİR İNSANLIK HAKKIDIR !
Hayat çok garip.Dünyanın çivisi çıkmış, yerine çakacak keser yok..sap sap dolaşanlar ortada.Bilginin yönettiği bir dünya.Ama gel gör ki paranın yönettiği bir dünya sunuyorlar fırına.Sıcak dilimler onların, size düşerse üç beş kırıntı.Bakıyorsunuz bilgi bile parayla, yeni Nasreddinler türemiş kravatlı kravatlı.Parayı veren bilgiyi alır hesabı.Bilgi bir insalık hakkıdır ! Paranız yok diye bilgiye ulaşamıyorsanız bu bir insanlık suçudur ! Bilgi lan bu ! Gündemde parasız eğitim parasız eğitim sloganları.. Tabi öğrenciyi düşünmek sünnettir, daha sonra öğrencilik bitince ona dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek farzdır..Bu kafada bizim kravatlılar.Bilgiyi alıyorsun,aldığını sanıyorsun eyvallah, ama bir bakıyorsun bilgi onların ellerinde.Nasıl oluyor bu diyorsun? Bir bakıyorsun ÖSYM diye bir zihniyetsizlik çıkıyor, yılda kaç rekat sınav yapıyorlar sayamadım.2012 deki verileri şöyle bir kurcaladım kabataslak.Zaten kabataslağın ötesine geçsek heralde 3boyutlu küfürler saydıracağız vesselam.2012 ÖSYS'ye başvuranların sayısı 1.860.515.YGS'ye başvuranların sayısı 1.805.433..Gelelim KPSS'ye önlisans için 2.193.342; lisans için 987.000 küsürünü yazamadım.zaten 900binlik küsür var hayallerle uyutulan masalı mışıl mışıl dinleyen.Bu da demektir ki 6 milyon 800bin bıla bıla.Sınav ücretlerinide 30ar 35er 40ardan sayarsak ohooo yıllık hasılatla Burj Dubai'ye komşu 200 katlık bir ÖSYM merkezi daha kurarlar.El birliğiyle bu ülkenin çeyrek asırlık geleceğini oyun hamuru gibi oynarlar,istedikleri gibi şekillendirirler.İşte böyle.Köprüyü geçene kadar ayılardan referans alın, ömrünüzce dayı muamelesi yapın.900bin küsürlük pırıl pırıl gence fark atın abiler,ablalar ! Haa hakkıyla bir yerlere gelenlere sonsuz saygılar,tek umudumuz onlar.Şimdi beni dinleyin ey fırına tepsi sürenler! Biz de şapkamızdan tavşan çıkaracak kıvama geldik, saygılar.
BİR ŞEHRİN TRAVMALAR COĞRAFYASI
Görünenden öte duyulandan ziyade bir şehir
Çatısı akan evleri olan ve bacaları darmaduman
Ve de kara güvecinler mevsimi yaşayan.
Bir delisi var,
Kendini baykuş postlu bekçi sanan
Ve de kilitleri kırılmış kalp kapakçıkları olan
Bir odası var,
Akrebi yelkovanın üstünde olan
Ve de yırtık yorganı küf kokan
Bir sesi var,
Şeytanları uykudan kaldıran
Ve de zamanı darağacında asan
Söylesene
Bir şehrin gözlerine mil çeken
Ve de kulaklarını kesen
Katil kim ?
18.07.2012
Çatısı akan evleri olan ve bacaları darmaduman
Ve de kara güvecinler mevsimi yaşayan.
Bir delisi var,
Kendini baykuş postlu bekçi sanan
Ve de kilitleri kırılmış kalp kapakçıkları olan
Bir odası var,
Akrebi yelkovanın üstünde olan
Ve de yırtık yorganı küf kokan
Bir sesi var,
Şeytanları uykudan kaldıran
Ve de zamanı darağacında asan
Söylesene
Bir şehrin gözlerine mil çeken
Ve de kulaklarını kesen
Katil kim ?
18.07.2012
TOPRAK VE KARANLIK ARASI YALNIZLIK
Kör karanlığın şah damarını kestiler
Kesiklerden kapı deliği ışığı sızmalar
Filizi kesilmiş umut çiçekleriydi onlar
Tohumunu patlatamadan doğaya göz yumdular
Ve her gece aynı ağıt başlardı
Dünyaya örtülen kara perdeyle beraber
Şimdi o topraklar;
Yol kenarı dikenlerine dönüştüler
Ne zaman bassam adımlarımı acıtırlar
İşte bundandır nefret kardeşliği,
Toprak ve karanlık..
İkisinin arasındaki mezarda yatar yalnızlık...
10.07.2012
Kesiklerden kapı deliği ışığı sızmalar
Filizi kesilmiş umut çiçekleriydi onlar
Tohumunu patlatamadan doğaya göz yumdular
Ve her gece aynı ağıt başlardı
Dünyaya örtülen kara perdeyle beraber
Şimdi o topraklar;
Yol kenarı dikenlerine dönüştüler
Ne zaman bassam adımlarımı acıtırlar
İşte bundandır nefret kardeşliği,
Toprak ve karanlık..
İkisinin arasındaki mezarda yatar yalnızlık...
10.07.2012
7 Ağustos 2012
HASTANE GÜNLÜKLERİ
Hayat ansızın üzerinize çöken kara bulutlara rağmen, bu acımasız acıların perde arkasında sakladığı sımsıcak bir güneşi vardır.Ansızın yıkılan umutlar,bir damla yağmurla hayat bulur yeniden ve zamanla sararken yaralarını filizlerini verir hafiften..Günler peşin sıra geçerken benimsediğim hastane kokusu beni iyice bu acılar evinin yeni dünyaya gelmiş bir üyesi yapmıştı sanki..Etrafta sürekli dert ortaklarımı gördüm dolanırken florasan geceleri altında.Hayatın sırat köprüsünde yürür gibiydik ağır ağır..Dönüp sorgulamaya çabalarımız daha çoktur yaşadıklarımızın..Yaşatanlar ve öldürenler daha kalın çizgiyle belli eder kendilerini ve yaşamın tüm gerçekliğinin perdesi aralanmış çırılçıplaklığıyla vururdu yüzüme.Gündüzleri ilaç kokusuyla başlayan gün, geceleri yaşam kokusuna bırakıyordu yerini.Dostlar eksik olmuyor başucu sandalyelerimde; gözlerinde kendimden büyük bir parça görmek her saniye, diz üstü kapaklanmış hücrelerimi ayağa kaldırıyordu teker teker.Artık acılar umursamaz geliyordu,acıların katlanamazlık bulutları parçalara ayrılıyordu.Hayat vurdukça beni kıyılara daha gerçek daha sağlam dönüşler veriyordu.Sinyaller daha kesin, duyular daha duyulur,konuşmaların samimiyet katsayıları daha yüce.
Düşünüyorum da ilk gelen güçsüzlük darbeleri aslında benim güçlülüğümün sınandığı bir sınav belki; üstelik dört yanlışın bir doğruyu götürmeye fırsat vermediği ortadaydı...Sistem işlerken iğnelerin dokunuşlarıyla içimde yıktığı saltanatlar da oldukça çoktu.
Kimsenin bilmediği kimsenin görmediği aktivitelerim vardı benim geceleri tekrar ettiğim.Bol bol tükettiğim mandalinaların çekirdeklerini pet bardaklara sokmaya çalışmak gibi..İlaç kokusu sinmiş koridorlarda Mp3 teki psikologlarımla her adımda yüklerimi yıkardım yüzleşmek istediğim ne varsa.
İkinci cerrahi operasyonun sabahı,o tarifsiz ameliyat günü sanki tarifsiz bir derin fırtınanın habercisiydi.Artık son engel yaklaşmış son parkura dönen bir atlet gibiydim.Yüreğim sinemasal zaman enstitüsü oluyorken soğuk terler dolduruyordu salonu ve hiç bir ter damlası gizleyemiyordu o derin telaşı...
Evet..uyku yok uyuyamıyoruz ki..Devamlı odayı basan hemşirelerin iç savaşıydı benimki.İlaçlar,ateş kontrolleri,tansiyon ölçerler,nabız yoklamaları ve o meşhur iğneler...Yorgun gözlerin yolculuğuydu bu sağlığa adım adım.Çok iz bıraktı bu koridorlar..İnsanlığın yaşandığı ender mabetlerden biriydi burası, belki de en başı çekiyordu.
Bugün günlerden 26 Aralık 2011 Pazartesi..Bastırdığım fırtınaların son sesi duyulacaktı geceleri..Bekliyorum bekliyorum bekliyorum ertesi günü hatta günleri...Sağlık dilekleriyle döndürüyordum akreple yelkovanı...
(Bu günlük,hastanede geçirdiğim 17 günün özetiydi sadece..Şimdi hissetme zamanı.. aylarca o koridorları acılar kervanına çevirenlerin sessiz çığlıklarını...)
ÇANAKKALE DEVLET HASTANESİ 2323/ODA 21 Aralık 2011 - 05 Ocak 2012
Düşünüyorum da ilk gelen güçsüzlük darbeleri aslında benim güçlülüğümün sınandığı bir sınav belki; üstelik dört yanlışın bir doğruyu götürmeye fırsat vermediği ortadaydı...Sistem işlerken iğnelerin dokunuşlarıyla içimde yıktığı saltanatlar da oldukça çoktu.
Kimsenin bilmediği kimsenin görmediği aktivitelerim vardı benim geceleri tekrar ettiğim.Bol bol tükettiğim mandalinaların çekirdeklerini pet bardaklara sokmaya çalışmak gibi..İlaç kokusu sinmiş koridorlarda Mp3 teki psikologlarımla her adımda yüklerimi yıkardım yüzleşmek istediğim ne varsa.
İkinci cerrahi operasyonun sabahı,o tarifsiz ameliyat günü sanki tarifsiz bir derin fırtınanın habercisiydi.Artık son engel yaklaşmış son parkura dönen bir atlet gibiydim.Yüreğim sinemasal zaman enstitüsü oluyorken soğuk terler dolduruyordu salonu ve hiç bir ter damlası gizleyemiyordu o derin telaşı...
Evet..uyku yok uyuyamıyoruz ki..Devamlı odayı basan hemşirelerin iç savaşıydı benimki.İlaçlar,ateş kontrolleri,tansiyon ölçerler,nabız yoklamaları ve o meşhur iğneler...Yorgun gözlerin yolculuğuydu bu sağlığa adım adım.Çok iz bıraktı bu koridorlar..İnsanlığın yaşandığı ender mabetlerden biriydi burası, belki de en başı çekiyordu.
Bugün günlerden 26 Aralık 2011 Pazartesi..Bastırdığım fırtınaların son sesi duyulacaktı geceleri..Bekliyorum bekliyorum bekliyorum ertesi günü hatta günleri...Sağlık dilekleriyle döndürüyordum akreple yelkovanı...
(Bu günlük,hastanede geçirdiğim 17 günün özetiydi sadece..Şimdi hissetme zamanı.. aylarca o koridorları acılar kervanına çevirenlerin sessiz çığlıklarını...)
ÇANAKKALE DEVLET HASTANESİ 2323/ODA 21 Aralık 2011 - 05 Ocak 2012
5 Ağustos 2012
YAKIN MARKAJIMDAKİ YÖNETMENLER VOL 1 : ANDREY ZVYAGINTSEV
ANDREY TARKOVSKİ'NİN VELİAHTI : ANDREY ZVYAGINTSEV
Andrey Petrovich Zvyagintsev.. Rus sinemasının Tarkovski'den sonraki son hediyesi..2000'lerde Rus sinemasının adını bir kez daha dünyaya duyuran bir yönetmen.Henüz filmografisinde yalnızca 3 uzun metrajlı film bulunan bu yönetmenin farkı neydi? Onu bu kadar değerli kılan neydi ? Gelin bu farka ve değere makro gözlerle bir bakalım.
1964'te Sibirya'nın Novosibirsk bölgesinde dünyaya gelen Zvyagintsev, genç yaşlarda Novosibirsk Drama Okulu'ndan oyunculuk mezunu oldu.90'lara kadar Moskova'da tiyatro üzerine akademik çalışmalarına devam eden Zvyagintsev, 2000'lere kadar çeşitli film ve tiyatrolarda oyunculuk yaptı.İlk yönetmenlik deneyimini REN TV'de yayınlanan The Black Room adlı televizyon dizisi ile yaşadı.Bu zamandan sonra onun kariyerinde dönüm noktası oluşturacak ve dünyadaki sinemaseverlerin yakın markajına girmesine neden olacak ilk film The Return (Dönüş-2003) filmini çekecekti.
NİTELİKLİ BİR GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ NASIL OLUR ? İŞTE CEVABI : ''THE RETURN''
Bu film için öncelikle böyle bir başlık atmayı uygun buldum.Bir filmin estetik açıdan, seyirciyi ekrana bağlayabilecek parametreler düşünüldüğünde ilk akla gelen maddelerden görüntü estetiği ile yönetmen sinemaseverlerin gönlünü fethetmeyi başarıyor.Açıkçası sinemayı vakit geçirmek,eğlenmek ve sürekli bir atraksiyon havası içinde izlemeyi seven izleyici kitlesinin kesinlikle tahammül edemeyeceği bir film olarak hafızalarında kalabilir.Ancak sinemanın amacı ve gücünü tam manasıyla özümsemiş bir bireyin bu filminden gerçekten nitekli çıkarımlar yapacağı ve bakış açısına yeni bir derinlik katacağı aşikar.
Anneleriyle yaşayan iki erkek kardeş Andrey ve Ivan'ın yıllar sonra eve dönen babaları Otets'in ( Konstantin Lavronenko) ile çıktıkları yolculuğu anlatan film, Rus geleneksi yapısından derin izler taşımaktadır. Özellikle yönetmenin ilk filminden son filmine kadar kendini ele veren olay üzerinden ziyade karakterlerin psikolojik savaşları üzerinden giden film izleyiciyi oldukça düşündürmektedir.Filmde baba figürünü sadece çocukların gözünden görmekte filmin akışı sürecinde izleyiciyi bağlayan ayrı bir etken.Filmde baba, taviz vermeyen,tolerans sınırı oldukça dar olan,klasik rus aile yapısından gelen,sezileri kuvvetli bir insandır.Filmdeki oğul karakterler Andrey ve Ivan'ın babaya bakış açıları oldukça farklı gibi görünse de filmin sonundaki aynı duygu selselesi kendini ele verecektir.Film boyunca Andrey, Ivan'a göre babaya daha yakın ve onun sözlerine itaatkar bir hareket süreciyle geçirmektedir.Ivan ise tavırları ile babasız geçen yılların getirdiği sertliği ve gizledği duyguları daha da derinliklere gömdüğünü hissettirmektedir.Ancak bu cesurluğu filmin giriş sahnesinde de gördüğümüz yüksek kuleden denize atlama konusunda gösteremeyen Ivan, çıktıkları yolculukta balık tutmaktan geç döndükleri için Andrey'e tokat üstüne tokat atan babaya bıçak çekerek o yıllarca ulaşamadıkları insana ''Ona vurursan seni öldürürüm!'' repliği ile abisi Andrey'e ders verici bir reaksiyon göstermil olmakta.Ivan, içinde biriken ve artık büyük bir kaosa dönüşen duygu yükünü seni öldürürüm derken yansıttığı psikolojiyle yansıtmayı başarmaktadır.
Ve filmin can alıcı sahnesi..final.. Müthiş bir panaromik doğanın görselliğiyle bezenmiş bir şiirsellik ve duygu patlaması.Gittikleri adada o kuleden bir tane var.Ivan babasından koşarak kaçar ve kuleye tırmanır.Baba da peşinden gider.Ivan artık atlanılması gereken yerdedir.Ve ölüme en yakın olduğu andadır.O artık Ivan değil Vanya'dır.(Bu arada Vanya, Rusça da küçük yaşları artık geride bırakan,büyümüş anlamında kullanılmakta). Ve atlanacak yerde atlamak isteyen,hayatta katlanılması ve tahammül edilemeyen duygular eşliğinde beklenen final olmayacaktır.Tüm hayat boyunca süren sevgi ve nefret ilişkisi arasındaki savaşı kim kazanacaktır? Uzun yıllar sonraki bir dönüşü istemeyerekte olsa felakete çeviren iki kardeşin kendi dönüş ve dönüşümlerinin yolu nasıl çiziliyor? Cevabını filmi izleyince bulacaksınız...
Yönetmen ilk uzun metrajlı filmi olan 'The Return' ile Venedik Film Festivali'nde Altın Ayı Ödülü'nü kazanmayı başarmıştır.Yönetmen filmi çekerken ''Yüz kişi izlese yeter'' dediği filmin gösterimden sonra ülkesinde kahraman gibi karşılanması da ayrı bir parantez.
YÖNETMENİN 2.FİLMİ : THE BANISHMENT (SÜRGÜN-2007)

İlk uzun metrajlı filmi ''The Return-Dönüş'' ile ses getiren yönetmen 2.filmi ''The Banishment-Sürgün'' filminde de karşımıza bir baba figürü ile çıkıyor.Bu kez baba ve çocuklar arasındaki hikayeyi anlatmaktan ziyade ebeveynlerin çocuklar üzerindeki hakları üzerinde duruyor.İlk filmin çıtayı hat safhaya çektiği bir dönemde 4 yıl aradan sonra 2007 de çektiği bu film, aynı etkiyi yapmasa da nitekli bir sinemacının kesinlikle standartların üzerinde bir film diyeceği aşikar.Özellikle minimal felsefeden ödün vermeden, Hollywood gibi sektör cadı kazanında başarıyı orada gören zihniyetlere rağmen klasik çizgisini değiştirmeyen yönetmen, bu duruşuyla tam not almayı çoktan başarıyor.Olaylardan ziyade insan varlığı ve yokluğu üzerinden giden senaryosuyla çizgisinden şaşmayan yönetmen hakkında ne kadar övgü dolu sözlerle bahsetsem az kalabilir.William Saroyan'ın The Laughing Matter kitabından sinemaya uyarlanan film,isminin de anlattığı gibi sürgüne giden bir ailenin sürgüne gönderdikleri ilişkileri ve yaşamları konu alıyor.
VE YÖNETMENİN SON FİLMİ : ELENA
Andrey Petrovich Zvyagintsev.. Rus sinemasının Tarkovski'den sonraki son hediyesi..2000'lerde Rus sinemasının adını bir kez daha dünyaya duyuran bir yönetmen.Henüz filmografisinde yalnızca 3 uzun metrajlı film bulunan bu yönetmenin farkı neydi? Onu bu kadar değerli kılan neydi ? Gelin bu farka ve değere makro gözlerle bir bakalım.
1964'te Sibirya'nın Novosibirsk bölgesinde dünyaya gelen Zvyagintsev, genç yaşlarda Novosibirsk Drama Okulu'ndan oyunculuk mezunu oldu.90'lara kadar Moskova'da tiyatro üzerine akademik çalışmalarına devam eden Zvyagintsev, 2000'lere kadar çeşitli film ve tiyatrolarda oyunculuk yaptı.İlk yönetmenlik deneyimini REN TV'de yayınlanan The Black Room adlı televizyon dizisi ile yaşadı.Bu zamandan sonra onun kariyerinde dönüm noktası oluşturacak ve dünyadaki sinemaseverlerin yakın markajına girmesine neden olacak ilk film The Return (Dönüş-2003) filmini çekecekti.
NİTELİKLİ BİR GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ NASIL OLUR ? İŞTE CEVABI : ''THE RETURN''
Bu film için öncelikle böyle bir başlık atmayı uygun buldum.Bir filmin estetik açıdan, seyirciyi ekrana bağlayabilecek parametreler düşünüldüğünde ilk akla gelen maddelerden görüntü estetiği ile yönetmen sinemaseverlerin gönlünü fethetmeyi başarıyor.Açıkçası sinemayı vakit geçirmek,eğlenmek ve sürekli bir atraksiyon havası içinde izlemeyi seven izleyici kitlesinin kesinlikle tahammül edemeyeceği bir film olarak hafızalarında kalabilir.Ancak sinemanın amacı ve gücünü tam manasıyla özümsemiş bir bireyin bu filminden gerçekten nitekli çıkarımlar yapacağı ve bakış açısına yeni bir derinlik katacağı aşikar.
Ve filmin can alıcı sahnesi..final.. Müthiş bir panaromik doğanın görselliğiyle bezenmiş bir şiirsellik ve duygu patlaması.Gittikleri adada o kuleden bir tane var.Ivan babasından koşarak kaçar ve kuleye tırmanır.Baba da peşinden gider.Ivan artık atlanılması gereken yerdedir.Ve ölüme en yakın olduğu andadır.O artık Ivan değil Vanya'dır.(Bu arada Vanya, Rusça da küçük yaşları artık geride bırakan,büyümüş anlamında kullanılmakta). Ve atlanacak yerde atlamak isteyen,hayatta katlanılması ve tahammül edilemeyen duygular eşliğinde beklenen final olmayacaktır.Tüm hayat boyunca süren sevgi ve nefret ilişkisi arasındaki savaşı kim kazanacaktır? Uzun yıllar sonraki bir dönüşü istemeyerekte olsa felakete çeviren iki kardeşin kendi dönüş ve dönüşümlerinin yolu nasıl çiziliyor? Cevabını filmi izleyince bulacaksınız...
Yönetmen ilk uzun metrajlı filmi olan 'The Return' ile Venedik Film Festivali'nde Altın Ayı Ödülü'nü kazanmayı başarmıştır.Yönetmen filmi çekerken ''Yüz kişi izlese yeter'' dediği filmin gösterimden sonra ülkesinde kahraman gibi karşılanması da ayrı bir parantez.
YÖNETMENİN 2.FİLMİ : THE BANISHMENT (SÜRGÜN-2007)

İlk uzun metrajlı filmi ''The Return-Dönüş'' ile ses getiren yönetmen 2.filmi ''The Banishment-Sürgün'' filminde de karşımıza bir baba figürü ile çıkıyor.Bu kez baba ve çocuklar arasındaki hikayeyi anlatmaktan ziyade ebeveynlerin çocuklar üzerindeki hakları üzerinde duruyor.İlk filmin çıtayı hat safhaya çektiği bir dönemde 4 yıl aradan sonra 2007 de çektiği bu film, aynı etkiyi yapmasa da nitekli bir sinemacının kesinlikle standartların üzerinde bir film diyeceği aşikar.Özellikle minimal felsefeden ödün vermeden, Hollywood gibi sektör cadı kazanında başarıyı orada gören zihniyetlere rağmen klasik çizgisini değiştirmeyen yönetmen, bu duruşuyla tam not almayı çoktan başarıyor.Olaylardan ziyade insan varlığı ve yokluğu üzerinden giden senaryosuyla çizgisinden şaşmayan yönetmen hakkında ne kadar övgü dolu sözlerle bahsetsem az kalabilir.William Saroyan'ın The Laughing Matter kitabından sinemaya uyarlanan film,isminin de anlattığı gibi sürgüne giden bir ailenin sürgüne gönderdikleri ilişkileri ve yaşamları konu alıyor.
VE YÖNETMENİN SON FİLMİ : ELENA
Yönetmen son filmi Elena'da da herzamanki fotografik atmosferi bizlere sunuyor.ve Cannes Film Festivali’nden
jüri özel ödülü ile dönen Elena, yönetmenin ilk iki filmindeki baba figürünün
yerini bu sefer anneye bırakıyor. ''Kargalar uçar,uçtukları dal yerinde kalır''..İyi seyirler.
BİR SEYYAHIN AYAK İZLERİ
Yolların başlangıcı neresidir? Hangi noktadan sonra sizin
yolculuğunuz başlar? Küçük bir adımda kaç yolculuk yapılır? Saçlarınızı savuran
rüzgardan, köpüren kayaların sesinden, devasa ağaçların panoramasından ipucu almadan
cevap verebilir misiniz? Neden başlar yolculuklar? Hiç düşündünüz mü? Muhteşem manzara diye tarif ettiğiniz yerleri
görmek için mi sadece ya da gördüğünüz yerleri başkalarına anlatarak fark
yaratmak için mi? Yoksa gördüklerinizi yazmak için mi? Hangisi için ?
Belgesel
fotoğrafçısı üstadım Özcan Yurdalan’ın
karşılaştığı bir seyyah şu sözleri söylemişti: Zor olan başlamak
değil,bitirmeyi bilmektir.Çünkü başlamaktan ziyade bitişler yolculuğa dahildir.
Oldukça beyninizi ve ruhunuzu bir kefeye koyup uzay boşluğuna fırlatan bir
söylem.Yolculuklar dile geldiğinde sona
varıp varmamak meselesi can bulur.Oysa yolculuk, yolda karşılaştıklarınızın
hayatınıza yansıması olmadıkça o yolculuk , yolculuk değil; bir kayboluş demektir. Uzun süre anlamsız bir kayboluş,
biyolojik bir yorgunluğa gebe kalmak ve koskoca bir anlamsızlık doğurmak..Sanırım
bu olur.
Yolculuklar,
varoluşunuza bir anlam yüklediğinizde
anlam bulur.İşte bu yüzdendir
yolculuklarınızın başlangıç yeri, varoluşunuzun anlamını bulmaya, o yola
koyulmaya karar verdiğiniz yerdir.Bu yer, beton kuleler arasındaki işlek bir
caddede oturduğunuz bir bankta olabilir, gece terasınızda uzanırken dinlediğiniz bir müziğin etkisinin başladığı
yer de olabilir.Her şey gözlerinizi önünüze eğdiğinizde
gördüklerinizde..ayaklarınızda.Bir adım, sadece bir adım..Her şeyi
değiştirebilir.
Yollara abanan kişiler,bu soruların cevabını bilenler
değil; cevapların nerede olduğunu bilen
kişilerdir.İşte bu nedenle ne sadece görmek,ne sadece anlatmak ne de yazmak
için yollardadır bu seyyahın ayak izleri..Cevabın nerede olduğunu bilenler, işte
onlar benim kadim dostlarımdır.Bir gün yollarda karşılaşacağız; varoluşumuza
bir tutam hayat katacağız.Yollara emanet olun, şimdilik adios !
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)