21 Kasım 2012

İnsanlar ve Hikayeleri

       Geçenlerde bir alışveriş merkezine birkaç kitap almak için gitmiştim. Kitapçıya doğru yönelirken ''İnsanlar ve Hikayeleri'' temalı bir fotoğraf sergisi gözüme ilişti, hemen ayaklarım rotasını değiştirdi ve kendimi serginin içinde buluverdim.Sergide onlarca  farklı meslek gruplarında hayatlarını devam ettiren insanların küçük hikayeleri ve kayda değer sözleri yazıyordu.Tabiki kişilerin fotoğrafları da yazının hemen üstünde kendilerine yer buluyordu.Bu fotoğraflardaki insanların ortak özellikleri hayatlarını tek bir vatanda değil iki vatan da yaşamalarıydı: Türkiye ve Almanya. Fotoğraf sergisinin amacını şöyle bir araştırdığımda Türkiye ile Almanya arasında 30 Ekim 1961 tarihinde imzalanan Türkiye-Almanya  İşgücü Anlaşmasının temellerine ulaştım. Bu sergi Türkiye'den Almanya'ya göçün 50.yılı anısına gerçekleştirildiğini keşfettim.
   
***

     Serginin konsepti iki ülkedeki 50 farklı yerden 50 yüzü yol hikayeleriyle resmektekti.Sergide fotoğrafların yarısı Alman Fotoğrafçı Andrea Künzig tarafından Türkiye'de, diğer yarısı ise Türk Fotoğrafçı Levent Özçelik tarafından Almanya'da çekildiğini öğrendim.Kendi vatanımızı bir Alman objektifinden, Almanya'yı ise kendi objektifimizden seyretmekti bu.

***

     Bende dikkatimi çeken bir kaç hayatı  fotoğrafladım hemen orada. Biri o kadar kafamdaki düşünceyle örtüşüyordu ki paylaşmak istedim anında. Zaten ilk olarak o kişinin düşüncelerini fotoğraflamıştım.

Özge-Ava Çelik; Almanya'da doğup çocukluğunu orada yaşadıktan sonra İstanbul'da oyunculuk yapan bu genç bayanın hayatından çok hayata bakış açısı, düşüncelerime tercüme olurcasınaydı.Aynen aktarıyorum.Şöyle demişti:

''Gittikçe artan hareket özgürlüğünden ötürü, gelecekte insanların kendilerine tek bir vatan seçmelerinin zorlaşacağına inanıyorum'.'

Dünya, öyle karmaşık bir yumak ki, ipleri dolaşmış, ideolojileri,insanı çürüten sistemleri,politikaları,menfaatleri topyekün hepsi birbirine karışmış farklı renklerde dolu bir yumak.Ve karmaşıklık içinde yaşamak büyük bir savaş.Bu savaşa karşı sürekli yürüme , sürekli  belli sınırları aşıp gittikçe dünyayı kucaklama ve ilerleme gayesi.Bu özgürlüğün kıvılcımı ve herşeyin aslında başlangıcı.

    

30 Ekim 2012

Bir yaşam tarzı : Alexander Supertramp





Alexander Supertramp.. Siz onu Sean Penn'in İnto The Wild filminden tanıyor olabilirsiniz, belki de sadece bir film karakteridir sizin için belki de tanımıyorsunuz.Nam-ı diğer Alx. Supertramp.. Gerçek adı Christopher J.Mccandless..

Yıl 1990. Neler oldu ki? Üniversiteden mezun oldu.Bankadaki yüklü miktardaki parasını hayır kurumuna bağışladı.Ailesinden bihaber bir hayata yelken açtı.Ve bunları yaparken henüz 20 yaşındaydı.

Peki neden yaptı bunu? Bunu sorgulamak kaçınılmaz bir mecburiyet.Bu tercih bu hayat seçimi neden?

Sürekli ailesinin ve insanların beklentilerini karşılama dayatmaları...
Para ile elde edinilen maddi manevi mutluluk aldatmacaları..
Ve buna inanan dünya ve böyle karanlık bir arı kovanında vızırdayan insanoğulları..milyonlarca..milyarlarca...

Hayat, gerçekten yaşıyorum diyebilenler için geçerlidir...Hiçbir statüye ait olmadan ' ben ' in farkındalığında olanlar içindir.

Kotası dolacak diye ertelediğiniz düşünceler, flulaşmış hayaller, koşmaktan çekindikleriniz, ve daha neler neler...kendinize sorun, daha ne sular akacak köprülerinizden, hangi  dalgalarda boğulduğunuzu hissedeceksiniz siz düşünün.


 Evet Alexander Supertramp, hayali yaşıyorum diyebilmeyi Alaskada bulmak istedi, ne yollar tüketti, aslında yollar geçtikçe uzaklaştığı ilerlediği mil kadar yaşadı,ne kadar çok gitti o kadar yaşadı, anlattı, gördü,düşündü,sordu,cevapladı.Kendi 'ben' liği ile farkında oldu ve yaşadı.Yediği zehirli bitki tohumu ile zehirlenerek kaldığı virane otobüs kenarında öldü.Ya geride bıraktıkları? Geride sorgulayıcı bir yaşam tarzı.. bir 'ben yaşıyorum,yaşamk istiyorum' yolu bıraktı.Buydu tek mirası.O miras doğadaydı.Yaşamın özüydü.

Yaşam alanına kazıdıkları,günlüklerindeki karalamalar herşeyin özetiydi ve ona adanan filminden bir kesit söz ve parçayla huzurlarınızdan ayrılıyorum:

'' Denizin tek hüneri şiddetli darbelerdir ve ara sırada olsa, kendini daha güçlü hissetme şansı.Doğrusu, deniz hakkında fazla şey bilmem fakat burada durumun böyle olduğunu biliyorum.Ve yine, hayatta güçlü olmanın çok gerekli değil fakat kendini güçlü hissetmenin önemli olduğunu en azından bir kere bile olsa kendini tartmanın , bir kere bile olsa kendini, insanın en antik koşullarının içerisinde bulmanın,ellerinizden ve kafanızdan başka size yardım edecek bir şey olmadan kör ve sağır taşla tek başına yüzleşmenin gerektiğini biliyorum.Eğer yaşama sevincinin esasen insan ilişkilerinden kaynaklandığını düşünüyorsan yanılıyorsun.Bu tüm çevremize yayıldı.O herşey de mevcut.tecrübe edeceğimiz herşeyin içinde var.İnsanlar sadece bu şeylere bakış açılarını değiştirmeliler. ''






23 Ekim 2012

21.yy insanının hayatta kalan tek hücresinden gece notları..

İlkellik, gerçek yaşamın ta kendisiydi aslında.Farkında olunmayan teknolojik hücreler girdikçe kanımıza uzaklaştık her gün yaşamaktan.Savaşmayı unuttum ekmek için su için.Yaşama manamızı denizin diplerine gömdük yediğimiz havan topu sanal yaşamdışılıklarla.Yaşamak yaşıyorum demek, hepsini yüzyıllar öncelerde kaldı.Şimdi tüm umutlarımız bir ekran camında, tüm aşklar sanal yazı tiplerinin boyutunda ve kısaltmalarında gizli.  Ve şu yaşadıgınızı sandıgınız evrende kendimizden vazgeçerek yaptık en büyük kaybı.Yaşamaktan vazgeçtik, bizi bağlayan herşeyde attı kalbimiz, orada aldık nefesleri. Kendimizden uzaklaştık, varlıgımızdan uzaklastık ve yaşamaktan vazgeçtik. Oysa insandık biz, yaşamak için nefes almak için , hayatta kalmak için savaşımızı unuttuk, duygularımızı körelttik, üstün insan oyunlarıyla uyutulduk ve yavaş yavaş donarak öldürüldük bu dünya meteorolojik vakasyonlarında.Teknolojik tsunamiler, yediğimiz poyrazlar esen yeller yıktı geçti benliğimizi, topraklarımızı bertaraf ettirdik ve orada bittik.

(Bu, 21.yy ın insanının, insanlığını hatırlama yolunda hayatta kalan bir beyin hücresinin gece notudur,saygılar.)

18 Ekim 2012

Yolcu 2'den Yolcu 1 ' e...

Yolcu 1- Arkanda kalan nedir? neler bıraktın geride?

Yolcu 2 - Tek sebebi var yola çıkmamın ve belki senin de sebebin bu olur.Yaptığım onca yolculuk sırasında, geçtiğim yerlerde arkamda bıraktıklarım kimlerdi biliyor musun? Senin sandığının aksine bir daha hiç görmeyeceklerim değildi terk ettiklerim.Onları hep kendimle birlikte taşıdım.Asıl terk edilenler,zihnimde hiç uyanmayanlardı.Onlar unutulmuşların uykusunun kıvrımlarında gezinip dururken aslında beni terk etmiş,alıp başlarını gitmişlerdi.

Yolcu 1 - Peki ya kavuşmalar ? Her terk edişin açtığı kapıdan çıktığın yolculuklarda hangi kavuşmaları yaşarsın?

Yolcu 2 -Yeni gittiğim her yerde, yepyeni kavuşmaları yaşayan ben miyim pek emin değilim.Çünkü ben daima yalnız ve yabancı kaldım,böyle istedim.Yalnızların kavuşması sadece kendi yalnızlıklarıyla olur başka bir şeyle değil.O yüzden, benim yaptığım yolculuklarda herhangi bir kavuşmanın alameti yoktur.Ya senin yolculuklarında? ... Hiç tanımadığın bir hayatın orta yerinde kendini yapayalnız bulduğun gün,alıp başını yabancı bir aleme gitmekten başka bir çaren  kalmaz.Hiç hissettin mi bu duyguyu? Çaresizlikten boğulmuşken ansızın parlayan bir ışığın az sonra çıkacağın yolu aydınlattığı oldu mu hiç?

Yolcu 1 -  Evet, iyi bilirim o ışığı...

Aslında paylaşılamayansa yabancılığımızdı, belki de en çok yakışan buydu ikimize.

Ve akıp giden zamanda içimdeki ses söyleyecekti:

Geride bıraktığım her şey,üstünde dolaştığım bu yalnız gezegen güneşin etrafında bir kere bile dönmeden silinip gidecek.Yabancılığım da buna dahil,biliyorum. (Özcan abime saygılar,iyi yalnızlıklar)

Yoloskop

      Bir adam varmış, varoluşlar biriktirirmiş gece yıldızlara bakarken ve uykuya dalmadan önce tutunurmuş kuyruğundan,  gökyüzünde mavi kayak yaparmış ve her düşüşte uyanırmış rüyasından.Dilindeki  müzik parçacıkları,kulağında ritm havası yürürmüş..Yürüdükçe yürüme isteği artarmış,arttıkça da uzaklaşma isteği takılırmış gölgesine.Kalbi ayaklarında atarmış, tüm heyecanını ayakları ele verirmiş hızlı hızlı adımlar, bazen yorulan kalbi yavaşlar, tepedeki çimenliklerde mola verirmiş,Yolda olmak düşünmekmiş onun için,yolda olmak farketmekmiş ve yolda olmak yaşamakmış onun için.

      Şehir ışıkları altında duran saatler onun en büyük hastalığıymış, nefesi kesilirmiş ayaklarının.Her adımda oksijen alır, uzaklaştıkça huzuru yakalarmış.. Durdukça hiçmiş uzaklaştıkça her şey, anlamlanmakmış ve varolmakmış.Gökyüzünde karşılaştığımız bir gece keşfetmiştim yaşamın sırrını..onu adı yoloskoptu.

25 Eylül 2012

Hayat Sofrasındaki Kadim Mezemiz : FOTOĞRAF

Fotoğraf çekmek, insanın aklını,gözünü ve yüreğini tek bir hizaya getirmesidir.Bu, bir yaşam tarzıdır..O objektifin içine hapsettiklerimiz aslında evrene sunduklarımızdır...ve aslında gördüklerimiz ve hapsettiklerimiz, kim olduğumuzdur..

***

Derdimizdi hayattan bir parça koparmak ve onu tüm aleme sunmak..Kendimizi ifade ediş biçimidir bazen bir fotoğraf.. çektiklerimiz, bizim aynamızdır...

***






( Bu fotoğraflar, Reha Erdem üstadın 'Beş Vakit' filmini çektiği Çanakkale'nin Kozlu köyünde çekilmiştir...)

24 Eylül 2012

Bir şarkıdan öte bir yaşamdan ziyade...

Do,re,mi,fa,sol,la,si,do... Kapıyı tekrar çalanlara kapıyı açmadığımızı sayarsak (onlar artık misafirlikten çıkmıştır) yedi nota.. Müziği sevenler,gönül verenler,kulağından düşürmeyenler,sürekli ritm tutan canavarlar,bestekar abiler, enstrümanlara abananlar bıla bıla...daha çok sular akar bu nehirden..nehir de değil aslında okyanustan..Müzik bu öyle böyle bi oknayus değil.. On bine yakın parçadan oluşan  müzik arşivine sahibim, hala paçalarım sıvalı suyun üzerinde ilerliyorum ama içine giremedim hala bu denizin..



7 notayla can bulan ruhlar ve peşinden sürüklenen nesiller.. Kimler yüzmedi ki bu okyanuslarda ?  John Lennon'lar,Bob Dylan'lar,Eric Clapton'lar,Bob Marley'ler,James Brown'lar,Bruce Springsteen'ler,Michael Jackson'dan Neil Young'a,Coldplay'den Radiohead'e, Three Doors Down'dan HIM'e..Eddie Vedder'lar,Zeki Müren'ler, Aşık Veyseller, Neşet Ertaş'lar,Barış Manço'dan Cem Karaca'ya,Fikret Kızılok'tan  Müzeyyen Senar'lara,MFÖ'ler,Bulutsuzluk Özlemlerinden Düş Sokağı sakinlerine.. Bülent Ortaçgil'den Sezen Aksu'ya..Orhan Baba'dan  Müslüm Baba'ya..Mor ve Ötesi'nden Yeni Türkü'lere,Teoman'dan Şebnem Ferah'a,Yavuz Çetin abimizden, Ceza ve Haykonun peşinden yardıran taramalı tüfeklere kadar.. 

(Adını ismini sayamadıklarım affola...Bu sonbahar mevsimine girerken göçe kalkışanlar bunlar..)

Popülerlerinden yerellerine de saygılar... Zardanadam'dan Kesmeşeker'e, Redd'den Multitap'a, Batı Yakası'ndan Tympony'e, Pentegram'dan  Atmosfer'e..

Sürüp giden, sürüklenip gidenlere kadar...

Hepsi notalarla emzirildiler, müziklerle büyüdü..Beslendiler,esinlendiler,yaşadılar,yaşattılar,söylediler,söylettiler,raflarda hatırlandılar,rakı masalarından diskolara,barlardan cafeteryalara,dönerci salonlarından sokaktaki kokereççilere kadar.. kulaklarda,yüreklerde can buldular...

Evet biz sayın dinleyiciler ! Blogum fm'deki bu yayınımızda  muhabbetimizin başlığı şudur ki: ''Bir şarkıdan öte bir yaşamdan ziyade..'' Şimdi sizlere öyle şarkılardan söz edeceğim ki belki sadece dinlediniz, belki uzun yolculuklarınızda uyuyakaldığınız parçalar, belki de hiç bilmediniz..Siz Atlantik'teydiniz onlar Pasifik'te...


John Lennon - İmagine... John Winston  Ono  Lennon..The Beatles'in kalbi, İngiliz şarkıcı...Bu şarkıyı dünya barışı için yazdı... ''No hell below us, Above us only  sky'' derken kendi bir ütopyanın fermanını yazdı..Hayal etmemizi istedi..Orada ülke yok ! Din yok ! Mülk yok ! Uğruna ölecek ya da öldürülecek hiçbir şey yok ! dedi.. Orada sadece barış için yaşayan insanlar var dedi.. Ne de güzel dedi..





Eric Clapton- Tears In Heaven... Kanada asıllı İngiliz Blues bestecisi, bu şarkıyı 1991'de bir apartmanın 53.katından düşerek ölen 4 yaşındaki oğlu Conor'a yazmıştı...''If I saw you in heaven'' demişti..Bu şarkı onların arasına uzanmış bir köprü ve eminim onlar yıllardır görüşüyorlar...




Barış Manço - Gül Pembe...7'den 77'ye gönüllere taht kurmuş güzel insan..Bu şarkıyı 1957 'de ölen babaannesi Nimet Manço'ya yazmıştır...''Bizim iller sessiz bizim iller sensiz olamadı GülPembe'' derken ne kadar da hasretin alfabesini yazmıştı üstad... Bizim iller de sensiz, bu dünya sensiz olamaz üstad.. Nur içinde yat..Düş Sokağı Sakinleri'nin sana yazdığı şarkıyla uğurluyorum şimdilik bu sayfadan : ''Ölümler Çıplak Gelir..''






Edip Akbayram - Aldırma Gönül ... Güzel abimizin bu şarkısının mazisi oldukça derin.. Konya'da bir arkadaş toplantısında Atatürk'ü yeren şiir okuduğu iddiasıyla tutuklanan ve 1932 de Sinop cezaevinde yatan şair Sabahattin Ali'nin cezaevindeyken yazdığı şiirin ta kendisiyle bu eser...Atatürk düşmanı diye lekelemeye çalışılan Sabahattin Ali'nin Ata'ya bağlılığını şu dizelerle döküyorum denize : ''... Sensin  çeyrek asırlık günlerimi dolduran ; Seni çıkarsam, ömrüm başlamadan bitiyor.Hem bunları ne çıkar anlatsam bir dizeye? Hisler kambur oluyor dökülünce yazıya.. Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi'ye; Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor...'' ( Varlık 15 Ocak 1934)




Teoman.. İki Çocuk şarkısını.. 12 Eylül Darbesi öncesinde bir askeri inzibat erini (Zekeriya Önge) öldürdüğü gerekçesiyle  hüküm giyen ve asılarak idam edilen Erdal Eren'e yazmıştır.. ''Hep çocuk kalacaklar büyümeden birer tabutta ama yaşıyorlar, gülüyorlar annelerinin rüyalarında..'' Şimdi anneleriyle yan yana yatıyorlar belki de koyun koyuna...



Pentegram... f.t.w.d.a .. açılımıyla : ''For Those Who Died Alone''  ... Bu soundtrack eser tüm yasıyla,kasvetiyle,kaosuyla,ölümüyle, ağıtıyla, dirilişiyle karşımızda.. 1999 depreminde hayatını kaybedenlere yazıldı...


Evet sevgili dinleyiciler.. Söylenecek çok şey var aslında daha .. ancak bazen söze değil notalara gelmeli... O notalarla doğanlar ve ölenler... Her şey göründüğü gibi değil... Bir şarkıdan öte bir yaşamdan ziyade...

22 Eylül 2012

Kapıyı tıklatmadan girmeyin ! Burası Kayıp Eşyalar Bürosu..

      Lütfen kapıyı tıklatmadan girmeyin ! Benim adım kayıp eşyalar bürosu.. Hoşgeldiniz.. Neler kaybettim ben? Ya da neyimi bulmayı umuyorum ? Raflarımda tozlanmış soru işaretleri .. uzun zaman oldu dokunmayalı, elim gitmeyeli ışık görmez tahta aralarına.. Kafadaki tahtalara... Şu köşedeki iskemlenin üzerinde cızırdayan teybin  antikalığına aldanma sakın, hangi notaların sevişmeleriyle dokundu defalarca ruhuma ve dokunmakta zamanı geride bırakan maraton koşularında... Şu gördüğün  90ların yırtılmış buruşuk gazeteleri var ya hani masanın üzerinde , daha geçen gün  çakırlaşmıştık Zardanadam'la .. İçimi döktüm, gidişi olup dönüşü olmayan tren biletlerimden, camı kırık kol saatime kadar... Hepsi hepsi hayat nasıl olsa dedi..Mazhar abide vurgunu yedirdi meze varken üstelik teypten inleterek...Aman yerdeki tepsiye takılma üzerindeki çay bardağı kırılmasın, tek bardağım o, soğuk zamanlarda içtiğim..Kesmeşeker kulaklarımda kaldı hep , eriyip gitmesine izin veremedim hiç.. Burası benim kaybolmuşluklarımla  yığılmış kalmış, her yer darmadağınık.Bu ara devamlı gelip giden bir misafirim var, onunla devamlı bir seyyahın kaybolma kılavuzunda neler olmalı diye tartışır dururuz. Ve genelde hep bir kavşakta buluşuruz. Sonrasını ne sen sor ne ben söyleyeyim. Burada göremeyeceğin eşyalarda var, eşya deyip küçülttüğüme bakma, abanırcasına koştuğum hayal meyal işleri işte.Ahmet Hamdi amcamızın olur da bizim hiç olmaz mı beş şehrimiz,  Maldivlerden Cape Town'a, Roma'dan Stockholm'e.. Ya Barcelona.. Bir gün geçilecek o yollardan tüm zamanlardan, para birimlerinden sıyrılmışlıkla.. Bak yine kendimden geçtim bu gecede..Kayıp eşyalar bürosunda geleceğe mektuplar bulunur mu ? Ya da tükenmiş kalemlerle yazılır mı dersin ?  Geçmişe çekilmiş süngerlerin tüm sararmışlığı katrankarasına dönüşmüşken , içindeki mikroplara çok şey karışırken, şu yerdeki karoların temizliğine şaşırma sakın, tüküre tüküre ayaklarımla sürüyerek beyazlattım..Şu cam kenarındaki raflardaki aradığın retro aynaları bulabilirsin, aklın yolu birdir ama duyguların yoluna yağan yoğun kar yağışı dolayısıyla hava muhalefetinden dolayı adımlarımız yolda kaldı..Tüm manalar ve anlamları şu rafın ucunda duran küçük sandıkta topladım..adı eşya oldu..o yüzden şu teybi elime alayım da iskemleye otur da anlat  bakalım hele . Sen  burada ne arıyorsun ?

19 Eylül 2012

Görüntü var, ses yok !

Kim oynadı yine insanlığın ayarlarıyla görüntü var ses yok ! Volume ayaklar koşaradım gece üzerinde; contrast gölgeler bağırmakta..Karışmışlık,dağılmışlık,anlamsızlık.. bir -sızlık silsilesi ormanı. Tek başınalık dertte tek, depresiflikte  hür.. Göze aldıklarımız gözden çıkarılışlarımıza yenik,balanslarımız manevralara yenik..Şekil A televizyonuyum.. budur bitiklik...

17 Eylül 2012

3D 'den Nefret Etmemin 9 Sebebi


İşte böyle bir başlıkla duvarlarını örmüştü ünlü sinema eleştirmeni Roger Ebert.. Avatar sonrası sinemanın değişeceği kehanetinde bulunanlar haklı çıkmış gibi görünse de , bu varsayım Ebert gibi yaşlı kurtları hala ikna etme başarısını gösterebilmiş değil.

Üç boyutlu sinemanın interaktif sinema keyfini garantilediğini düşünenlere karşı, Ebert kendi deneyimlerinden yola çıkarak bir argüman oluşturuyor.Sinemanın sanat yönünün tamamen unutulup bir gösteri işine dönüştüğü günümüzde, Ebert'in sözleri eski kafalı bir sinemacının bakış açısını yansıtıyor gibi gelebilir.Ancak gerçek sinemayı, sinemanın temellerini atanlarda onlar değil miydi? Kaldı ki Ebert, teknolojinin sunduğu olanaklardan değil, bu olanağın Hollywood'daki işleyiş tarzından şikayet ediyor.

İşte Ebert'in deyimiyle ( benimde aklen mührümü bastığım) 3D'den nefret etmemin 9 sebebi :

1-Üçüncü Boyut Gereksiz Bir Girişim:

Roger Ebert'e göre sinemada üçüncü bir boyuta ihtiyaç yok.Zaten sinema teknolojisi,kendi doğasında üç boyutlu işliyor.Bu tamamen gözün algılaması ve perspektif duyumuzla ilgili, 3D ise bu doğal sürece yapay olarak müdahalede bulunuyor ve deyim yerindeyse algılanan boyutu göze sokuyor.

2-Sinema Deneyimine Bir Katkısı Yok ! :

Ebert'in tartışmalı iddialarından biri de üç boyutlu sinema tekniklerinin, film deneyimine bir getirisinin olmadığı ile ilgili.Ebert, ister istemez , sinema tarihinin başyapıtlarını hatırlamamızı istiyor ve şunu soruyor : Sözgelimi bir Casablanca'yı düşünün, 3D olması neyi değiştiriyor ? İyi filmlerin hayal gücümüzü harekete geçiren filmler olduğunda ısrarcı olan Ebert, 3D tekniklerinin öykünün önüne geçmemesi gerektiğini ima ediyor.

3.Dikkat Dağıtıyor ! :

2D filmlerde yönetmen arka plan ile ön plan arasındaki ayrımı, farklı odaklama yöntemleri ile gerçekleştiriyor.Buradaki algılama, daha çok izleyici tarafından yönlendirilen bir süreç.Yönetmen neye dikkat etmemiz gerektiğini bize zarif ve  yaratıcı bir şekilde duyuruyor.Oysa üç boyutlu teknikler, dikkat etmemiz gereken noktaları keskin odaklama yöntemleri ile karşımıza çıkarıyor.

4.Mide Bulantısı ve Baş Ağrısına Sebep Oluyor ! :

Consumer Electronics Show'un Las Vegas'ta gerçekleştirdiği 3D TV tanıtımında , Reuters iki göz doktoru ile söyleşi gerçekleştirdi.Doktorların dedikleri Ebert'in yukarıdaki iddiasını bilimsel olarak da destekliyor.Dediklerine bakılırsa, çoğumuz farkında olmadığımız göz problemlerine sahibiz, gündelik hayatta bunu absorbe edebiliyoruz.Ancak 3D gibi teknoloji daha fazla efor harcanmasına neden olduğu için baş ağrısı gibi fiziksel sorunlara sebebiyet verebiliyor.Bununla birlikte, Dr.Deborah Friedman'a gçre 3D 'nin zararı yalnız gözleri hassas olanlar için değil, sağlıklı gözlere sahip olanlar için de geçerli.Yapılan araştırmalara göre, 3D izleyip de fiziksel olarak şikayet sahibi olanların oranı %15 .

5.Görüntülerde Işık Problemi Var :

Ebert'in bahsettiği aslen teknik bir problemden kaynaklanıyor.Mevcut projeksiyon aletleri, 3D görüntüleri desteklemekte yetersiz kalıyor.Ayrıca 3D için izleme mesafesi de önemli ancak bunu sağlayabilen sinema salonlarının sayısı az.Sonuçta görüntülerde karanlık noktalar oluşabiliyor.Ebert, 3D görüntülerin daha mat renklere sahip olduğuna dikkat çekiyor.

 6.Yeni Dijital Ekipmanlar Maliyeti Arttırıyor:

İşin bu kısmı aslında daha çok sinema salonu sahiplerini ve stüdyoları ilgilendiriyor.3D görüntüleri destekleyen yeni teknolojik yapı, ekstra maliyet demek.Analog sistemden dijitale geçmek zorunda kalan sinema salonu sahipleri var ve bu teknolojiye adaptasyon,özellikle yüksek maliyet gerektirdiği için, zor olacak.


7.Sinema Biletlerinin Fiyatları Artıyor:

Bu durum yukarıdaki sorunla alakalı.Ayrıca mevcut artış yalnızca 3D çekilmiş filmler için geçerli değil.Biz henüz kendi ülkemizde etkilerini görmeye başlamasak da, ABD'de bilet fiyatları konusunda genel bir artış söz konusu.Yeni teknolojiye geçmiş sinema salonları, maliyetleri arttırdığı gerekçesiyle, yalnız 3D filmlere değil, 2D filmler için de zamlı fiyat politikası yürütüyor.ABD'de sinema salonlarında bilet satış fiyatları %50 artmış durumda.

8.Ciddi Dramalara Rastlamak Mümkün Değil :

Şu an itibariyle 3D teknolojisi, ciddi dramalara uygulanabilecek bir format değil.Animasyonlar ya da bilgisayar efektli filmler için geçerli bir kullanım alanına sahip.Hurt Locker ya da Up in The Air gibi filmlerin 3D 'ye zaten ihtiyaçları olmasa da , 3D de bu tarz filmler için uygun bir biçime sahip değil.Ebert'e göre bunu başarabilen bir tek Avatar var.Ama Ebert, Alice Harikalar Diyarında için aynı töleransı göstermiyor ve bu filmde kullanılan 3D 'nin öyküye hizmet etmediğini söylüyor.

9.Hollywood Ne Zaman Tıkansa, Yüzünü Hep Teknolojiye Dönüyor:

Sinemaya sesin,rengin girmesi kadar, widescreen,cinerama ya da 3D gibi teknolojilere ihtiyaç duyulması da, Hollywood'un kar oranlarındaki düşüş ile ilgili.Uzun süredir yeni hikayeler anlatmaktan uzaklaşan Hollywood, yaşadığı dar boğazı  şu anda 3D teknolojisini kullanarak atlamaya çalışıyor.Daha önce de denenmiş bir teknik olan 3D, şu an Hollywood'a yeni bir kazanç kapısı sağlıyor.

Bu yazı, Roger Ebert'in Newsweek Dergisi'nden yayımlanan ''Why I Hate 3 - D ( And You Should Too)  adlı makalesinden derlenmiştir.


28 Ağustos 2012

Ben geldiğim yol muyum vardığım yer mi ?

        Bir yolcuyla tanışmıştım bir gece, ansızın denizin kenarında bıçak gibi keskinleşen dalgaların ortasında dikiliyordu.Sert bir kayanın üzerindeydi.Yıldızların yansımasını seyrediyordu, her bir yansımada gözlerinin bıraktığı damlalar vardı.Yorgunluğun  mevsimiydi..Hafif rüzgar yer yer ritmini yükseltiyordu.Etraf tehnaydı.Bu atmosfer bir kaosun tablosunu çiziyordu sanki.

Karşılaşmak için  tablonun tüm detaylarının bitmesini bekliyorduk..Yüksek kontrastlığın kendini ele vermeye başlamasıyla bir cesaret sarmıştı beni..Yanına doğru yaklaştım usulca. Geldiğimi farkettiğini hissediyordum ama tek bir hareket yoktu bedeninden, gözlerindeki dalgalanmalara bile yakalanmamıştım.

Ayağımın altındaki çakılların çıtırtıları eşliğinde küçük adımlarla yanaştım yanına ve gözlerini diktiği yere baktım bir süre..Sonra kulağına eğildim ve dedim ki :

- Ben geldiğim yol muyum vardığım yer mi ?

Hafif bana doğru döndü, kafası önüme doğru bakıyordu.Yüzündeki çizgilerin alfabesini çözmem uzun sürmedi.Anlamıştım.Bana kimseye söyleyemediği bir sır bırakmıştı.

Ben  yolcumun sırlarını toplayandım.Biriktirdiği onca sırrın altında kalacağı sırada imdadına yetişendim ve yetişmiştim,emanetimi aldım.Ama bilmezdi ki aldığım bu sır onun, bir yolcunun ölümüydü.Çünkü bana bırakacak sırrı kalmayan yolcu, yolcu değildi artık.

28.08.2012

24 Ağustos 2012

CAHİLLİKLER KİTABI

İrlandalı yazar George Bernard Shaw der ki : Hareket halindeki cehaletten daha korkunç hiçbir güç yoktur. Adam haklı beyler.O zaman bu gaza basma,atıp tutma, yelden esen rüzgar sözleri kulaktan kulağa pompalamaya bir son, sert bir fren şart.İşte tam bu sırada karşımıza bilmediklerimiz, bildiğimizi sandığımız ama bilmediğimiz, biliyor gibi geçinip kendimizi kandırıp milleti de kandırdığımız entellektüel çemberdeki her türlü bilgiye doğru yolu yordamı nedir abi diye sorduğumuzda..sokağın başından çıkar gelir ansızın John Llyod- John Mitchinson ortak yapım eseri : Cahillikler Kitabı.





Şimdi size bilmediğiniz,biliyor gibi geçindiğiniz, biliyor gibi yapıp milletti zaman tünelinde keklediğiniz,hem kendinizi hem de karşınızdakini kandırma kazanında fokur fokur kaynattığınız bilgilere geçeyim.

1-Dünyanın en kurak yeri neresidir ? ANTARKTİKA. Kıtanın bazı kesimleri 2 milyon yıldır yağmur yüzü görmedi.Bir çöl teknik olarak yılda 254 mm'den az yağış alan yer olarak tanımlanır.Sahra Çölü yılda sadece 25 mm yağış alır.Antarktika'ya düşen yıllık ortalama yağış da hemen hemen aynıdır ama kıtanın Dry Walleys (Kurak Vadiler) olarak bilinen %2 lik kısmında buz ve kar yoktur ve buraya hiç yağmur yağmaz.

2-En yüksek dağ nerededir? MARSTA.Dev volkan Olympus Dağı güneş sistemindeki ve bilinen evrendeki en yüksek dağdır. 22 km yüksekliğinde ve 624 km genişliğindeki bu dağ Everest Dağı'nın yaklaşık üç katı uzunluğundadır ve o kadar geniştir ki, tabanı Arizona'yı ya da Britanya adalarının bulunduğu alanın tamamını kaplayabilir.Dağın tepesindeki kraterin genişliği yaklaşık 72 km'yken, derinliği 3 km'den fazladır: Bu da demektir ki Londra'yı rahatlıkla kapsayacak kadar büyük.

3- Şu ana kadar yaşamış en tehlikeli hayvan nedir?  DİŞİ SİVRİSİNEKLER. Şu ana kadar ölmüş olan insanların yarısını (yaklaşık 45 milyar kadar) dişi sivrisinek öldürmüştür (erkek sivrisinekler sadece bitkileri ısırır.) Sivrisinekler potansiyel olarak ölümcül olan yüzden fazla hastalık taşır;bunlar arasında sıtma,sarı humma,dang humması,ansefalit(beyin iltihabı) ve fil hastalığı var.Günümüzde bile her 12 saniyede bir kişiyi öldürmektedirler.

4-İnsanoğlunun inşa ettiği hangi yapı aydan görülebilir ? ÇİN SEDDİ DEDİYSENİZ 10 PUAN KAYBETTİNİZ.İnsan eliyle yapılmış hiçbir şey aydan çıplak gözle görülemez.Çin Seddi'nin ''insanoğlunun inşa ettiği ve aydan görülebilen tek yapı'' olduğu düşüncesi çok yaygındır, ama ''ay''la uzayı birbirine  karıştırmaktadır.''Uzay'' oldukça yakındır.Yerin yüzeyinden 100 km uzaklaşıldığında  uzay başlar.Bu noktadan bir çok yapı görülebilir: Otobanlar,denizdeki gemiler,demiryolları,şehirler,tarlalar... Bununla birlikte, dünyanın yörüngesini terk edip yalnızca birkaç bin km yüksekliğe çıkılınca insanoğlunun yağtığı hiçbir şey görülemez.Dünyaya uzaklığı 400.000 km'den fazla olan aydan, kıtalar bile güçlükle görülür.Uzayın başladığı noktayla ay arasında, ''sadece'' Çin Seddi'nin göründüğü hiçbir yer yoktur.

5-Telefonu kim icat etti? ANTONIO MEUCCI. Floransalı mucit Meucci ABD'ye 1850'de gitti.1860 'ta 'teletrofono' adını verdiği bir elektrikli aygıtın çalışma modelini gözler önüne serdi.Meucci, Alexander Graham Bell'in telefon patentinden 5 yıl önce, 1871'de bir tür geçici patent (caveat*) başvurusunda bulundu.Meucci aynı yıl, Staten Island feribotunun kazanının patlaması sonu ciddi bir şekilde yanarak hastalandı.Çok iyi İngilizce bilmeyen ve işsiz olan Meucci 1874'te başvurusunu yenilemek için gerekli 10 doları gönderemedi.Bell'in patenti 1876'da tescillendiğinde Meucci dava açtı.Meucci orijinal krokilerini ve çalışma modellerini Western Union'ın laboratuvarına yollamıştı.Olağanüstü bir tesadüf eseri Bell tam da bu laboratuvarda çalıştı ve modeller esrarengiz bir biçimde kayboldu.Meucci, Bell'e açtığı dava devam ederken 1889'da öldü.Bunun sonucu icadın sahibi Meucci değil Bell oldu.

6-Şampanyayı kim icat etti? FRANSIZLAR DEĞİL. Fransızlar şaşıracak hatta rencide olacaklar ama şampanya bir İngiliz icadıdır.Zencefilli biraya aşina olan herkesin bileceği gibi mayalanma doğal olarak köpük yaratır.Asıl sorun daima bu köpüğü kontrol altına almak olmuştur.İngilizler 16.yyda Champagne'dan fıçılarca ham ve asitsiz şarap ithal edip, bu şarapların mayalanmaya başlaması için şeker ve melas ilave ederek köpüklü şarap yaptılar.Bu şarabı muhafaza etmek için kömür ateşinde yaptıkları sağlam cam şişeler ve mantar geliştirdiler.Kraliyet Akademisi'nin kayıtlarının gösterdiği gibi, şu anda methode champenoise (Şampanya Metodu) olarak bilinen yöntem ilk olarak 1662'de İngiltere'de  kayda geçirildi.Fransızlar buna ustalık ve pazarlama yeteneği kattılar ama modern sek (brut) usulü kusursuz hale getirmeleri 1876'ya kadar gerçekleşmeyecekti (ve o zaman dahi, bunu İngiltere'ye ihracat yapmak için gerçekleştirmişlerdi.) İngiltere Fransa'nın en büyük şampanya müşterisidir.2004'te İngiltere'de 34 milyon şişe şampanya tüketildi. 

7-Yeryüzünde insan eliyle yapılmış en büyük yapı nedir? Yanlış cevaplar arasında Büyük Piramit,Çin Seddi ve kendini akıllı zannedenler için  Kuveyt'teki Mübarek El-Kebir Kulesi sayılabilir.Doğru yanıt New York'un Staten Island ilçesinde bulunan Fresh Kills adlı bir çöplüktü.1948'de açılan Fresh Kills çöp depolama alanı çok geçmeden insanlık tarihindeki en büyük projelerden biri haline geldi ve sonunda hacim olarak Çin Seddi'ni geride bırakarak dünyada insan eliyle yapılmış en büyük yapı oldu.Bu alanın yüzölçümü 12 km2dir. Kullanımdayken buraya her gün herbiri 650 ton çöp taşıyan 20 mavna geliyordu.Eğer Fresh Kills planlandığı gibi açık kalmaya devam etseydi; ABD'nin doğu kıyısındaki en büyük çıkıntı olacaktı.Çöplüğün en yüksek noktası Özgürlük  Heykeli'nden 25 m daha yüksekti.

8-Maraton neden 42 kilometre 195 metredir? İngiliz Kraliyet Ailesinin rahatı için. İlk üç modern Olimpiyatta maraton 42 km olarak koşuldu.1908'de Londra'da düzenlenen Olimpiyat Oyunlarında ise maratonun başlama noktası, Kraliyet Ailesinin yarısının izlemesine uygun olan, Windsor Şatosu'nun penceresinden görünen bir nokta olarak alındı, bitiş noktasıysa kraliyet ailesinin diğer yarısının beklediği Beyaz Şehir Stadyumu'ndaki kraliyet protokolünün önü olarak belirlendi. Bu mesafe 42 km 195 metreydi ve o günden beri maratonun standart uzunluğudur.



Devamı; kitabı okuduğunuzdan sonra.. Şimdilik adios ! 

15 Ağustos 2012

MÜŞFİK KENTER ANISINA...


Hep bir yerlerde, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?
Hiç vaktiniz yok, ''Fast Live'', ''Fast food'', ''Fast music'', ''Fast love''...
Dikte ettiren ''yükselen değerler'', ''in''ler, ''out''lar...
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi.
Dostluğu klavyelerinde,yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum !
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?
İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?
Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler,neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tormucuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?
Koklamak,duymak,dokunmak yok mu yaşam skalanızda?
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?

                                                                                                                    Müşfik KENTER

Böyle demişti üstad, Piano Piano Bacaksız'a sesiyle can veren, daha da geçmişe gidersek çocukluğumuzun ilk dönemlerinde tanıştığımız çizgi film karakteri ALF'e hayat veren üstad..Sayısız tiyatro oyunu ve sinema filmleriyle sanatı bir bedende yaşatan usta oyuncu bugün itibariyle hayata gözlerini yumdu ancak sanatı her sabah bir caddede,bir tiyatro salonunda,televizyondaki bir sinema filminde,izlemediğiniz o filmin sesinde doğacak ve ilelebet yaşayacak...



Yazıma Orhan Veli'nin 'Anlatamıyorum' şiirini sesiyle şahlandıran ustaya seslenerek veriyorum ve diyorum ki sen her şeyi layıkıyla anlattın usta ! Atamızında dediği gibi 'Sanatkar el öpmez;sanatkarın eli öpülür'..Ellerinden öperim usta.Nur içinde yat ! Mekanın cennet olsun... 

                                                                                                                    15.08.2012

10 Ağustos 2012

YALNIZLIK MADALYONU

Yalnızlık..yalnız..yalın..y.....  Üşüyen bir gecedir kimi zaman, tek başınalıktır odada bazen...Susmak için sebeptir.Tüm pastel renklerin kontrastlıkla giriştiği bilek güreşini kaybetmesidir..Çoğu şeyi kaybetmektir..Ailenizi kaybetmektir,sabahladığınız dostların muhabbetlerini kaybetmesidir;damağınızdaki en lezzetli yemeğin tadını kaybetmesidir..Üzerinizdeki en güzel kıyafetin yakışıklığını kaybetmesidir..Doğan güneşin önemini kaybetmesidir,sabah yataktan kalkınca yere basan ayaklarınızın yürüme şevkini kaybetmesidir.Yalnızlık..herkesin şikayetidir çoğu zaman, küfür etmek için bahanedir..İçmek için sebeptir..Aslında çoğu sebebin mezarında yatar yalnızlık..biriciliktir..-miş li geçmiş zaman kipidir, eminseniz şayet -di li geçmiş zamandır kimi zaman.Ruhunuzun dokuz altı yollarını aşındırmasıdır,rutin hayat taşıdır.Deniz manzaralı bir panaromanın ortasındaki banktır.İçtiğiniz masanın karşısındaki sandalyenin boşluğudur yalnızlık.Kolunuzdaki saatte bakmamaktır.Randevu kelimesinin lugatınızda karşılığını bulamamasıdır.Aşksızlıktır,yorgunluktur,uykusuzluktur.Düzensizliktir,boşverenziliktir.Böyledir işte.Yalnızlık yalnızlıktır işte.

...

Şimdi bu söylediklerimi unutun !

Yalnızlık, madalyonun iki yüzlülüğüne karşı kalkandır,paranın dik gelmesidir.Yalnızlık adamı demir yapan nedendir.Yalnızlık gerçekliktir,ihtiyaçtır.Yalnızlık kendinizi bulmanızdır.Yalnızlık, hayatınızı anlamlandırma evresidir.Sanat egonuzun okşanmasıdır.Şiir yazmanın ihtişamını yaşamaktır.Derdinizi anlatmak için çektiğiniz filmlerin jeneriğidir.En güzel kadrajı yakalamak için sokaklarda, dağlarda,tepeliklerde, gün batımlarında,güneş doğuşlarında elinizdeki fotoğraf makinasıyla beklemektir.Yalnızlık, aşkın saflığını korumaktır,yalanlardan dolanlardan uzak kalmaktır.Yalnız adam en baba adamdır.Ota boka saran zevzeklerin aksine en sağlam dostlara sahip adamdır.Üç beş adam gibi adamla yetinebilendir.Fazlalığa karşı olmaktır,nankörlüğün düşmanıdır.En güzel duyguları sakladığınız kumbaradır yalnızlık..Yalnızlık böyledir işte.


Şimdi karşınıza alın kendinizi ve sorun : madalyonun hangi yüzüsünüz ?


(Yazımın akabinde Bülent Baba'nın 'Bozburun' şarkısı iyi gider düşüncesindeyim... )



8 Ağustos 2012

BİLGİ BİR İNSANLIK HAKKIDIR !

Hayat çok garip.Dünyanın çivisi çıkmış, yerine çakacak keser yok..sap sap dolaşanlar ortada.Bilginin yönettiği bir dünya.Ama gel gör ki  paranın yönettiği bir dünya sunuyorlar fırına.Sıcak dilimler onların, size düşerse üç beş kırıntı.Bakıyorsunuz bilgi bile parayla, yeni Nasreddinler türemiş kravatlı kravatlı.Parayı veren bilgiyi alır hesabı.Bilgi bir insalık hakkıdır ! Paranız yok diye bilgiye ulaşamıyorsanız bu bir insanlık suçudur ! Bilgi lan bu ! Gündemde parasız eğitim parasız eğitim sloganları.. Tabi öğrenciyi düşünmek sünnettir, daha sonra öğrencilik bitince ona dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek farzdır..Bu kafada bizim kravatlılar.Bilgiyi alıyorsun,aldığını sanıyorsun eyvallah, ama bir bakıyorsun bilgi onların ellerinde.Nasıl oluyor bu diyorsun? Bir bakıyorsun ÖSYM diye bir zihniyetsizlik çıkıyor, yılda kaç rekat sınav yapıyorlar sayamadım.2012 deki  verileri şöyle bir kurcaladım kabataslak.Zaten kabataslağın ötesine geçsek heralde 3boyutlu küfürler saydıracağız vesselam.2012 ÖSYS'ye başvuranların sayısı 1.860.515.YGS'ye başvuranların sayısı 1.805.433..Gelelim KPSS'ye  önlisans için  2.193.342; lisans için 987.000 küsürünü  yazamadım.zaten 900binlik küsür var hayallerle uyutulan masalı mışıl mışıl dinleyen.Bu da demektir ki 6 milyon 800bin bıla bıla.Sınav ücretlerinide 30ar 35er 40ardan sayarsak ohooo yıllık hasılatla Burj Dubai'ye komşu 200 katlık bir ÖSYM merkezi daha kurarlar.El birliğiyle bu ülkenin çeyrek asırlık geleceğini  oyun hamuru gibi oynarlar,istedikleri gibi şekillendirirler.İşte böyle.Köprüyü geçene kadar ayılardan referans alın, ömrünüzce dayı muamelesi yapın.900bin küsürlük pırıl pırıl gence fark atın abiler,ablalar ! Haa hakkıyla bir yerlere gelenlere sonsuz saygılar,tek umudumuz onlar.Şimdi beni dinleyin ey fırına tepsi sürenler! Biz de şapkamızdan tavşan çıkaracak kıvama geldik, saygılar.

BİR ŞEHRİN TRAVMALAR COĞRAFYASI



Görünenden öte duyulandan ziyade bir şehir
Çatısı akan evleri olan ve bacaları darmaduman
Ve de kara güvecinler mevsimi yaşayan.
Bir delisi var,
Kendini baykuş postlu bekçi sanan
Ve de kilitleri kırılmış kalp kapakçıkları olan
Bir odası var,
Akrebi yelkovanın üstünde olan
Ve de yırtık yorganı küf kokan
Bir sesi var,
Şeytanları uykudan kaldıran
Ve de zamanı darağacında asan
Söylesene
Bir şehrin gözlerine mil çeken
Ve de kulaklarını kesen
Katil kim ?

                                                      18.07.2012


TOPRAK VE KARANLIK ARASI YALNIZLIK

Kör karanlığın şah damarını kestiler
Kesiklerden kapı deliği ışığı sızmalar
Filizi kesilmiş umut çiçekleriydi onlar
Tohumunu patlatamadan doğaya göz yumdular
Ve her gece aynı ağıt başlardı
Dünyaya örtülen kara perdeyle beraber
Şimdi o topraklar;
Yol kenarı dikenlerine dönüştüler
Ne zaman bassam adımlarımı acıtırlar
İşte bundandır nefret kardeşliği,
Toprak ve karanlık..
İkisinin arasındaki mezarda yatar yalnızlık...

                                                      10.07.2012

7 Ağustos 2012

HASTANE GÜNLÜKLERİ

Hayat ansızın üzerinize çöken kara bulutlara rağmen, bu acımasız acıların perde arkasında sakladığı sımsıcak bir güneşi vardır.Ansızın yıkılan umutlar,bir damla yağmurla hayat bulur yeniden ve zamanla sararken yaralarını filizlerini verir hafiften..Günler peşin sıra geçerken benimsediğim hastane kokusu beni iyice bu acılar evinin yeni dünyaya gelmiş bir üyesi yapmıştı sanki..Etrafta sürekli dert ortaklarımı gördüm dolanırken florasan geceleri altında.Hayatın sırat köprüsünde yürür gibiydik ağır ağır..Dönüp sorgulamaya çabalarımız daha çoktur yaşadıklarımızın..Yaşatanlar ve öldürenler daha kalın çizgiyle belli eder kendilerini ve yaşamın tüm gerçekliğinin perdesi aralanmış çırılçıplaklığıyla vururdu yüzüme.Gündüzleri ilaç kokusuyla başlayan gün, geceleri yaşam kokusuna bırakıyordu yerini.Dostlar eksik olmuyor başucu sandalyelerimde; gözlerinde  kendimden büyük bir parça görmek her saniye, diz üstü kapaklanmış hücrelerimi ayağa kaldırıyordu teker teker.Artık acılar umursamaz geliyordu,acıların katlanamazlık bulutları parçalara ayrılıyordu.Hayat vurdukça beni kıyılara daha gerçek daha sağlam dönüşler veriyordu.Sinyaller daha kesin, duyular daha duyulur,konuşmaların samimiyet katsayıları daha yüce.
 Düşünüyorum da ilk gelen güçsüzlük darbeleri aslında benim güçlülüğümün sınandığı bir sınav belki; üstelik dört yanlışın bir doğruyu  götürmeye fırsat vermediği ortadaydı...Sistem işlerken iğnelerin dokunuşlarıyla içimde yıktığı saltanatlar da oldukça çoktu.
Kimsenin bilmediği kimsenin görmediği aktivitelerim vardı benim geceleri tekrar ettiğim.Bol bol tükettiğim mandalinaların çekirdeklerini pet bardaklara sokmaya çalışmak gibi..İlaç kokusu sinmiş koridorlarda Mp3 teki psikologlarımla her adımda yüklerimi yıkardım yüzleşmek istediğim ne varsa.
İkinci cerrahi operasyonun sabahı,o tarifsiz ameliyat günü sanki tarifsiz bir derin fırtınanın habercisiydi.Artık son engel yaklaşmış son parkura dönen bir atlet gibiydim.Yüreğim sinemasal zaman enstitüsü oluyorken soğuk terler dolduruyordu salonu ve hiç bir ter damlası gizleyemiyordu o derin telaşı...
Evet..uyku yok uyuyamıyoruz ki..Devamlı odayı basan hemşirelerin iç savaşıydı benimki.İlaçlar,ateş kontrolleri,tansiyon ölçerler,nabız yoklamaları ve o meşhur iğneler...Yorgun gözlerin yolculuğuydu bu sağlığa adım adım.Çok iz bıraktı bu koridorlar..İnsanlığın yaşandığı ender mabetlerden biriydi burası, belki de en başı çekiyordu.
Bugün günlerden 26 Aralık 2011 Pazartesi..Bastırdığım fırtınaların son sesi duyulacaktı geceleri..Bekliyorum bekliyorum bekliyorum ertesi günü hatta günleri...Sağlık dilekleriyle döndürüyordum akreple yelkovanı...

(Bu günlük,hastanede geçirdiğim 17 günün özetiydi sadece..Şimdi hissetme zamanı.. aylarca o koridorları acılar kervanına çevirenlerin sessiz çığlıklarını...)

ÇANAKKALE DEVLET HASTANESİ  2323/ODA   21 Aralık 2011 - 05 Ocak 2012

5 Ağustos 2012

YAKIN MARKAJIMDAKİ YÖNETMENLER VOL 1 : ANDREY ZVYAGINTSEV

ANDREY TARKOVSKİ'NİN  VELİAHTI : ANDREY ZVYAGINTSEV

Andrey Petrovich Zvyagintsev.. Rus sinemasının Tarkovski'den sonraki son hediyesi..2000'lerde Rus sinemasının adını bir kez daha dünyaya duyuran bir yönetmen.Henüz filmografisinde yalnızca 3 uzun metrajlı film bulunan bu yönetmenin farkı neydi? Onu bu kadar değerli kılan neydi ? Gelin bu farka ve değere makro gözlerle bir bakalım.
1964'te Sibirya'nın Novosibirsk bölgesinde dünyaya gelen Zvyagintsev, genç yaşlarda Novosibirsk Drama Okulu'ndan oyunculuk mezunu oldu.90'lara kadar Moskova'da tiyatro üzerine akademik çalışmalarına devam eden Zvyagintsev, 2000'lere kadar çeşitli film ve tiyatrolarda oyunculuk yaptı.İlk yönetmenlik deneyimini REN TV'de yayınlanan The Black Room adlı televizyon dizisi ile yaşadı.Bu zamandan sonra onun kariyerinde  dönüm noktası oluşturacak ve dünyadaki sinemaseverlerin yakın markajına girmesine neden olacak ilk film The Return (Dönüş-2003) filmini çekecekti.

NİTELİKLİ BİR GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ NASIL OLUR ? İŞTE CEVABI : ''THE RETURN''

Bu film için öncelikle böyle bir başlık atmayı uygun buldum.Bir filmin estetik açıdan, seyirciyi ekrana bağlayabilecek parametreler düşünüldüğünde ilk akla gelen maddelerden görüntü estetiği ile yönetmen sinemaseverlerin gönlünü fethetmeyi başarıyor.Açıkçası sinemayı vakit geçirmek,eğlenmek ve sürekli bir atraksiyon havası içinde izlemeyi seven izleyici kitlesinin kesinlikle tahammül edemeyeceği bir film olarak hafızalarında kalabilir.Ancak sinemanın amacı ve gücünü tam manasıyla özümsemiş bir bireyin bu filminden gerçekten nitekli çıkarımlar yapacağı ve bakış açısına yeni bir derinlik katacağı aşikar.
Anneleriyle yaşayan  iki erkek kardeş Andrey ve Ivan'ın yıllar sonra eve dönen babaları Otets'in ( Konstantin Lavronenko)  ile çıktıkları yolculuğu anlatan film, Rus geleneksi  yapısından derin izler taşımaktadır. Özellikle yönetmenin ilk filminden son filmine kadar kendini ele veren olay üzerinden ziyade karakterlerin psikolojik savaşları üzerinden giden film izleyiciyi oldukça düşündürmektedir.Filmde baba figürünü sadece çocukların gözünden görmekte filmin akışı sürecinde izleyiciyi bağlayan ayrı bir etken.Filmde baba, taviz vermeyen,tolerans sınırı oldukça dar olan,klasik rus aile yapısından gelen,sezileri kuvvetli bir insandır.Filmdeki oğul karakterler Andrey ve Ivan'ın babaya bakış açıları oldukça farklı gibi görünse de filmin sonundaki aynı duygu selselesi kendini ele verecektir.Film boyunca Andrey, Ivan'a göre babaya daha yakın ve onun sözlerine itaatkar bir hareket süreciyle geçirmektedir.Ivan ise tavırları ile babasız geçen yılların getirdiği sertliği ve gizledği duyguları daha da derinliklere gömdüğünü hissettirmektedir.Ancak bu cesurluğu filmin giriş sahnesinde de gördüğümüz yüksek kuleden denize atlama konusunda gösteremeyen Ivan, çıktıkları yolculukta balık tutmaktan geç döndükleri için Andrey'e tokat üstüne tokat atan babaya bıçak çekerek o yıllarca ulaşamadıkları insana  ''Ona vurursan seni öldürürüm!'' repliği  ile abisi Andrey'e ders verici bir reaksiyon göstermil olmakta.Ivan, içinde biriken ve artık büyük bir kaosa dönüşen duygu yükünü seni öldürürüm derken yansıttığı psikolojiyle yansıtmayı başarmaktadır.
Ve filmin can alıcı sahnesi..final.. Müthiş bir panaromik doğanın  görselliğiyle bezenmiş bir şiirsellik ve duygu patlaması.Gittikleri adada o kuleden bir tane var.Ivan babasından koşarak kaçar ve kuleye tırmanır.Baba da peşinden gider.Ivan artık atlanılması gereken yerdedir.Ve ölüme en yakın olduğu andadır.O artık Ivan değil Vanya'dır.(Bu arada Vanya, Rusça da küçük yaşları artık geride bırakan,büyümüş anlamında  kullanılmakta). Ve atlanacak yerde atlamak isteyen,hayatta katlanılması ve tahammül edilemeyen duygular eşliğinde beklenen final olmayacaktır.Tüm hayat boyunca süren sevgi ve nefret ilişkisi arasındaki savaşı kim kazanacaktır? Uzun yıllar sonraki bir dönüşü istemeyerekte olsa felakete çeviren iki kardeşin kendi dönüş ve dönüşümlerinin yolu nasıl çiziliyor? Cevabını filmi izleyince bulacaksınız...
Yönetmen ilk uzun metrajlı filmi olan 'The Return' ile Venedik Film Festivali'nde Altın Ayı Ödülü'nü kazanmayı başarmıştır.Yönetmen filmi çekerken ''Yüz kişi izlese yeter'' dediği filmin gösterimden sonra ülkesinde kahraman gibi karşılanması da ayrı bir parantez.



YÖNETMENİN 2.FİLMİ : THE BANISHMENT (SÜRGÜN-2007)




İlk uzun metrajlı filmi ''The Return-Dönüş'' ile ses getiren yönetmen 2.filmi ''The Banishment-Sürgün'' filminde de karşımıza bir baba figürü ile çıkıyor.Bu kez baba ve çocuklar arasındaki hikayeyi anlatmaktan ziyade ebeveynlerin  çocuklar üzerindeki hakları üzerinde duruyor.İlk filmin çıtayı hat safhaya çektiği bir dönemde 4 yıl aradan sonra 2007 de çektiği bu film, aynı etkiyi yapmasa da nitekli bir sinemacının kesinlikle standartların üzerinde bir film diyeceği aşikar.Özellikle minimal felsefeden ödün vermeden, Hollywood gibi sektör cadı kazanında başarıyı orada gören zihniyetlere rağmen klasik çizgisini değiştirmeyen yönetmen, bu duruşuyla tam not almayı çoktan başarıyor.Olaylardan ziyade insan varlığı ve yokluğu üzerinden giden senaryosuyla çizgisinden şaşmayan yönetmen hakkında ne kadar övgü dolu sözlerle bahsetsem az kalabilir.William Saroyan'ın The Laughing Matter kitabından sinemaya uyarlanan film,isminin de anlattığı gibi  sürgüne giden bir ailenin sürgüne gönderdikleri ilişkileri ve yaşamları konu alıyor.

 VE YÖNETMENİN SON FİLMİ : ELENA







Yönetmen son  filmi Elena'da da herzamanki fotografik atmosferi  bizlere sunuyor.ve Cannes Film Festivali’nden jüri özel ödülü ile dönen Elena, yönetmenin ilk iki filmindeki baba figürünün yerini bu sefer anneye bırakıyor. ''Kargalar uçar,uçtukları dal yerinde kalır''..İyi seyirler.

BİR SEYYAHIN AYAK İZLERİ


Yolların başlangıcı neresidir? Hangi noktadan sonra sizin yolculuğunuz başlar? Küçük bir adımda kaç yolculuk yapılır? Saçlarınızı savuran rüzgardan, köpüren kayaların sesinden, devasa ağaçların panoramasından ipucu almadan cevap verebilir misiniz? Neden başlar yolculuklar? Hiç düşündünüz mü?  Muhteşem manzara diye tarif ettiğiniz yerleri görmek için mi sadece ya da gördüğünüz yerleri başkalarına anlatarak fark yaratmak için mi? Yoksa gördüklerinizi yazmak için mi? Hangisi için ?
                Belgesel fotoğrafçısı üstadım Özcan Yurdalan’ın  karşılaştığı bir seyyah şu sözleri söylemişti: Zor olan başlamak değil,bitirmeyi bilmektir.Çünkü başlamaktan ziyade bitişler yolculuğa dahildir. Oldukça beyninizi ve ruhunuzu bir kefeye koyup uzay boşluğuna fırlatan bir söylem.Yolculuklar dile geldiğinde  sona varıp varmamak meselesi can bulur.Oysa yolculuk, yolda karşılaştıklarınızın hayatınıza yansıması olmadıkça o yolculuk , yolculuk değil; bir kayboluş  demektir. Uzun süre anlamsız bir kayboluş, biyolojik bir yorgunluğa gebe kalmak ve koskoca bir anlamsızlık doğurmak..Sanırım bu olur.
                Yolculuklar, varoluşunuza  bir anlam yüklediğinizde anlam bulur.İşte bu yüzdendir  yolculuklarınızın başlangıç yeri, varoluşunuzun anlamını bulmaya, o yola koyulmaya karar verdiğiniz yerdir.Bu yer, beton kuleler arasındaki işlek bir caddede oturduğunuz bir bankta olabilir, gece terasınızda uzanırken  dinlediğiniz bir müziğin etkisinin başladığı yer de olabilir.Her şey gözlerinizi önünüze eğdiğinizde gördüklerinizde..ayaklarınızda.Bir adım, sadece bir adım..Her şeyi değiştirebilir.
Yollara abanan kişiler,bu soruların cevabını bilenler değil;  cevapların nerede olduğunu bilen kişilerdir.İşte bu nedenle ne sadece görmek,ne sadece anlatmak ne de yazmak için yollardadır bu seyyahın ayak izleri..Cevabın nerede olduğunu bilenler, işte onlar benim kadim dostlarımdır.Bir gün yollarda karşılaşacağız; varoluşumuza bir tutam hayat katacağız.Yollara emanet olun, şimdilik adios !